19 Ekim 2007 Cuma

ALEVLER İÇİNDEKİ BEYAZ TÜY

Günlerdir her gözümü kapadığımda onları görüyorum... Süt beyazı elbiseler giymişler. Yüzlerinin ışıltısı göz kamaştırıcı güzellikte. Gözlerimi alan o büyülü ışıltının ardında, başlarını sarmış birer taç seçiyorum.

Taçlarının birazcık yana kaydığını fark edip, düzeltmek istiyorum. Parmaklarım yumuşak bir şeylere dokunuyor. Bebek teni yumuşaklığı gibi... Kuş tüyünden yapılmış olmalı bu taçlar. Altın sarısı ışıltılar barındıran beyaz tüylerden örülmüş... Evet, kuş tüyünden...

Ancak, alelade bir kuşun tüyü değil. Ne tüyü bunlar? Hiç böyle tüy görmedim. Hangi kuşun tüyü olabilir diye soruyorum kendime... Hangisi?

Sonra karnımda gezinen bir sancı hissediyorum...

Bu taçlar, Tanrısal ya da mistik bir şeyi simgeliyor diye düşünüyorum, ama çözemiyorum... Aklım tüylerin gizemine kilitleniyor sanki. O tüylerden bulmalı ve onlardan öreceğim taçları doğmamış çocuklarım için hazır etmeliyim...

.....

"Öyle tüyler, olsa olsa Zümrüt-ü Anka'nındır. Kubilay Han'ın bile arattırdığı ama yerine, bir palmiye yaprağına razı geldiği Anka'nın... Yüreğinin atışlarını dinle"... "Onu bulamazsın... Yüreğinin bembeyaz atımlarını hissederse, O seni bulur." diye mırıldanıyor bir ses. Arkama dönüyorum, kimseyi göremiyorum. Elimde birkaç sebze ile donakalıyorum Pazar yerinde.

.....

Yüreğimin tüm koyu renklerine ket vurmayı öğreniyorum. Gecelerin korkularına, yalnızlığına kaş çatmayı; gündüzlerin öfkelerine, yalanlarına, her sahteliğine dudak bükmeyi... Olanca gücümle iteliyorum benden uzaklara. Çocuklarıma yapacağım taçları düşlüyorum. Onu bulmalıyım...

Beyaz düşünmeyi öğrendikçe, diğer tonların korkusu, "ben" oluyorum.

.....

Her sabah, Kanle'nin kurak köylerini seyrediyorum Naju tepesinden. Ona yakın olmak arzusu çağırıyor beni her gün buraya.

.....

Artık yüreğimin beyaz atmayı öğrenemeyeceğini çaresizce kabullenmeye başladığım bir anda, hiç duymadığım bir şarkıyı, adeta ilahi bir sesin dillendirdiğini işitiyorum. Sırtımdan boşanan soğuk bir terle ayağa fırlıyorum. Her yöne dönüp bakınıyorum ve üstüme çöken bir gölge ile yere kapaklanıyorum. Başımı topraktan çekip göğe yöneltiyorum. Tanrım!
Otuz kuş büyüklüğünde, otuz renkli, süt beyazı gerdanının yukarısında mağrur bakışlarla beni izliyor... Anka Kuşu...

Yüreğim çılgınca çarpıyor. "Ne olur beyaz atmaya devam etsin!" diye yakarıyorum Tanrı'ya. 'Ne olur beyaz atmaya devam etsin!'...

Yanı başıma indiriyor ayaklarını. Yüzündeki gülümsemeye, heyecanımı yenme gayretiyle, gülümseme ile karşılık vermeye çalışıyorum.

"Sakin olmalısın" diyor bana, o büyülü sesiyle.
Vücudu rengarenk ve Tanrılara layık hint ipekleriyle kuşanmış gibi duruyor. Göz alıcı, heybetli, onurlu...
Kekeleyerek soruyorum:
"Gerdanından birkaç tüy verebilir misin bana?"
Tebessüm ediyor:
"Tüylerimin sana ne yarar sağlayacağını düşünüyorsun?"
Her iki gözümden birer damla yaş süzülüyor. Sesim kısılmış, yutkunuyorum önce...
"İki tane taç yapacağım, doğacak kızım ve oğlumun başları için"...

Kaşları çatılıyor.
Bakışlarını ufka yöneltip bir şeyler mırıldanıyor.
Aniden gözlerini gözlerime kilitliyor.
"Geceyi beyazla mı örteceksin?" diye soruyor,
Tam yanıtlayacakken devam ediyor :
"Hastalıklar, sıhhatin lekesi ise, kara da beyazın lekesi olur.
Benim beyaz gerdanımla hangi lekeyi temizleyeceksin?"

Tekrar yutkunarak cevap veriyorum:
"Çocuklarımın geleceğindeki lekeleri"
"Öyle eminim ki bundan... "

Önce incecik bacakları bükülüyor ve ardından devasa gövdesi usulca yere çöküyor. Bakışlarından birkaç tüy almama izin verdiğini anlıyorum.
Ayak parmaklarımın ucunda yükselip gerdanını okşuyorum önce. Ellerimdeki ince titreyişi yenmeye çalışıyorum. Avucumla birkaç tüyü kavrıyorum ve tüyler sanki kendilerini hediye ediyorlarmış gibi ellerimde kalıyorlar. Beyazlık üzerinde göz kırpan yıldızlar görür gibi oluyorum. Birden gövdesi hareketleniyor ve ayakları üzerinde doğrulup başını göğe çeviriyor. Gölgesi tekrar üzerimde beliriyor ve hızla küçülerek gözden yitiyor.

.....

Tüyleri, elbisemin içine gizliyorum. Karanlık basmadan evime varmak istiyorum. Hava kararmakta iken ılık bir rüzgar tozlandırıyor zemini.

Kentte savaş hala sürüyor. Dar bir sokakta kaba saba bir adamın iki küçük kız çocuğunu dövdüğünü görüyorum. Bir arka sokaktan bir kadın çığlığı geliyor. Tedirgin oluyorum... Adımlarımı iyice sıklaştırıyorum. Pazar alanına girdiğimde birkaç kişinin kovaladığı başka bir çocuk fark ediyorum. Elinde bir tavukla adamlardan kaçmaya çalışıyor.

Kentin uzaklarında evler hala yanıyor. Uğultulu patlamalar göğe doğru yükseliyor. Tanrım savaş hala devam ediyor... Yüreğimin atışlarını işitebiliyorum.

Görmeye hala alışamadığım görüntülerin eşliğinde evimin bahçesine ulaşıyorum. Evden birkaç çıra alıp bahçeye çıkıyorum tekrar.

Yine arkamdan birinin sesini işitiyorum. Bu ses; Pazar yerinde duyduğum ses. Arkamı dönüyorum, onunla göz göze geliyoruz... "Her şeyi biliyorum..." dercesine bir Fakir bana bakıyor...

Ona arkamı dönüp, elbisemin içine sıkıştırdığım tüyleri çıkarıyorum ve yere bırakıyorum. Ateşi yakmaya çalışıyorum. Rüzgar birkaç defa söndürüyor ateşi. Fakir'in siper olmasıyla cılız ateşi kuvvetlendirebiliyorum.

"Taç yapmaktan vaz mı geçtin?" diye soruyor. 'Doğmamış çocuklarına taçlar yapacaktın bu tüylerle... Biri kız diğeri erkek doğmamış iki çocuğuna, iki taç... Hani onların geleceklerindeki lekeleri temizleyecektin?'

Onun her düşüncemi okuduğundan emin oluyorum artık.
"Neden geldin buraya?" diye soruyorum, yanıtını bildiğim halde.
"Bütün çocukları taçlandırdığını görmek için..." diyor.

Ona gülümsüyorum... "Evet, bütün çocukları taçlandıracağım..."

Artık alevleri insan boyuna ulaşmış ateşi izliyoruz beraber, kentin dört bir yanından acı dolu bağırışları, yakarışları daha iyi duyabiliyoruz şimdi. Tüyleri alıyorum yerden.

"Senin yüreğin ne renk atıyor?" diye soruyorum.
Her yanı sökülmüş yeleğinin tek düğmesini gevşetip, kuşağını açıyor ve göğsünü gösteriyor bana.
Karanlığın içinden bir şey seçemiyorum önce, ateşten bir dal tutup meşale yapıyorum kendime. Yeleğin içi boş, bomboş!

Gülümsüyor bana...

Ellerim yine titreyerek tüyleri kavrıyorum ve ateşin tam göbeğine fırlatıveriyorum. Tüylerin siyahlaşmaya başladığını fark ediyorum. Eliyle beni biraz öteye itip, ateşin içine giriyor. Mum gibi eridiğini görüyorum. Hala gülümseyen dudaklarını seçebiliyorum. Alevler giderek güçleniyor. Başının yok oluşunu izliyorum. Önce büyük bir parıldama ile gözlerim kamaşıyor. Rüzgar, tüm kollarını toplayıp ateşin etrafında bir hortum oluşturuyor. Hortum renkten renge bürünmeye başlıyor. Giderek dönüş hızını artırıyor. Saçlarım havada uçuşuyor. Gözlerimi kısıp izliyorum bu ilahi seremoniyi...

Aniden sessiz ama büyük bir ışık patlaması içinde kalıyorum. Rüzgarın eşlik ettiği rengarenk ışık huzmeleri, önce bir tur atıyor etrafımda, ardından sözleşmiş gibi hepsi göğe yöneliyorlar. Aralarında beyaz tüyler içinde fakirin gülümsediğini görür gibi oluyorum. Gökyüzüne doğru yükselen yıldız kümeleri...

Sokağa çıkıp kısa bir süre onları takip etmeye çalışıyorum.

Rüzgar aniden kesiliyor. Kanle'nin üzerini yıldızlardan oluşmuş bir taç kaplıyor. Patlamalar, gürültüler sonlanıyor. Acı dolu haykırışlar yitip, gidiyor. Tam bir sessizlik hakim oluyor. Tanrım savaş bitiyor, Tanrım savaş bitiyor...

Herkesin sokaklara çıkıp rengarenk ışıldayan yıldızlara hayranlıkla baktıklarını görüyorum.

.....

Ayın parıltısını bir çift kanatın gölgelediğini görür gibi oluyorum. Bana göz kırptığını hissediyorum. İçimi saran sıcaklık beni ilk defa böylesine huzurla gülümsetiyor.

Kaf Dağının ardında mı, bilinmez. Dünyanın her döneminde sadece bir Anka Kuşu yaşarmış. Ancak içsel bir yolculuk sonrasında kanatlarını böylesine çırparmış... Ancak.....

.....

Ardımdan yine o sesi işitiyorum; "Unutma!" diyor. "Dünyanın bir yerleri hala yanıyor, bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor, bir yerlerde hala çığlıklar yükseliyor.''... ''Bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor!... "

Leyla Ayyıldız

 

Hiç yorum yok: