31 Ekim 2009 Cumartesi

El Yıkamak Bir Sanattır


Ellerinizi yıkayarak bir çok hastalığı önleyebilirsiniz..

Gün boyunca çeşitli kaynaklardan (insanlarla temas, yüzeylere dokunma, gıdalar, hatta hayvanlar ile temas) ellerimize mikroplar bulaşıyor. Eğer ellerinizi yeterince sık yıkamazsanız, bu mikropları gözünüze, burnunuza ya da ağzınıza bulaştırarak hasta olabilirsiniz.

Soğuk algınlığı, grip, mide ve bağırsak sorunları, ishal gibi hastalıklar ellerin iyi yıkanmaması nedeniyle bulaşan mikroplardan oluşuyor. Birçok insan, soğuk algınlığını kolay atlatırken, grip ise daha ciddi olabiliyor. Grip olan insanda, özellikle yaşlılarda ve kronik sağlık problemleri bulunanlarda grip, zatürreye dönüşebiliyor.

Yetersiz el yıkama, ayrıca, 'e.coli ve salmonella' gibi gıdayla ilişkili mikropların yayılmasına neden oluyor. Amerikan Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi, her yıl 76 milyon Amerikalı'nın gıdalarla ilgili hastalıklara yakalandığını ve yaklaşık 5 bin kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı. Hastalıkların diğer belirtileri arasında bulantı, kusma ve ishal yer alıyor.

Uygun el yıkama tekniği

Uygun el yıkama teknikleri arasında ellerinizi sabun ve ılık suyla yıkamak ya da el temizleyicisi ile temizlemek bulunuyor. Antibakteriyel mendiller de sabun kadar etkilidir, ancak el temizleyiciler kadar iyi değil.Antibakteriyel sabunlar, daha popüler olmaya başladı. Çünkü mikropları öldürmede normal sabunlardan daha etkili değil.

Ellerinizi ne zaman yıkamalısınız?

Tuvaleti kullandıktan, bebeğinizin altını değiştirdikten, hayvanlara ya da hayvan pisliğine dokunduktan sonra, yemek hazırlamadan önce ve sonra, özellikle çiğ et, tavuk ya da balığa dokunmadan önce ve dokunduktan sonra; yemek yemeden önce, burnunuzu temizledikten sonra; elinize öksürdükten ya da hapşırdıktan sonra; yara veya kesiklerinize ilaç sürdükten sonra; hasta veya yaralı bir insanla temas ettikten sonra; çöpü dışarı attıktan sonra; kontak lenslerinizi takmadan ya da çıkarmadan önce; havaalanında, tren istasyonunda ve restoranlarda halka açık dinlenme salonlarını kullandıktan sonra ellerinizi mutlaka yıkamalısınız.

Çocukların da ellerini yıkamaya ihtiyacı var

Çocuklarınıza, ellerini güzelce ve sık sık yıkamalarını söyleyerek onları hastalıklardan koruyabilirsiniz. Onlara el yıkama alışkanlığı kazandırmak için örnek olun. Ellerinizi çocuklarınızla birlikte yıkayın ve çocuklarınızın ellerini nasıl yıkadığını denetleyin. Ellerini yıkamasını hatırlatan bir kart hazırlayıp, banyoda onun göz hizasına yapıştırabilirsiniz.

El yıkamak, küçük çocuklar için daha da önemlidir.

Eğer çocuğunuz 3 yaşından küçükse solunum ve bağırsak hastalıklarının oluşma riski daha yüksektir. Ayrıca bu hastalıklar kolayca ailenin diğer üyelerine ve çevredekilere bulaşabilir.

Çocuğunuzun sağlığını korumak için evinizdeki hijyen ortamının iyi sağlandığından emin olun. Çocuklarınıza ellerini sadece yemeklerden önce değil, gün içinde birçok kez yıkaması gerektiğini öğretin. El yıkamak çok fazla zaman almaz, fakat hastalıkları önlemek için büyük bir ödüldür.

Sabun ve suyla uygun el yıkama

Su ve sabunla ellerinizi uygun bir şekilde yıkamak için: Ellerinizi ılık suyla ıslatın ve sıvı sabunu dökün ya da temizleyiciyle temizleyin. İyice köpürtün. En az 15-20 saniye boyunca iyice ovalayın. Parmaklarınızın arasını, tırnaklarınızın altını, bileklerinizi, avuç içlerinizi iyice yıkayın. Sonra iyice durulayın, tek kullanımlık kağıt havluyla ellerinizi iyice kurutun. Musluğu kapatmak için havlu kullanın.

 

27 Ekim 2009 Salı

Her şeyi çürütür zaman

 

Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, hayatın hay huyundaki vasat gündemlerle örtüşmez…Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz.

Kalplerimizdeki düşleri üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar.

O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamayı kanıksamamız gerekir.

Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap sormaya hakkı vardır.

Sonra kalplerinizin kuytu yerlerindeki sığınaklarda kendi kendimize telkin ve terapi seans-larıyla bekleriz…Bekleriz…İnsanı, aşkı, olmayı, onarılmayı ve zamanın açtığı yaraları yine zamanın sarmasını bekleriz. Düşlerimizin başucunda bir tüfek gibi dikilerek bekleriz. Küçük nehirlere burun kıvırır ve hep okyanuslara ait olduğumuza inanırız…

Düşüp kaldığımız ya da itilip unutulduğumuz derin, karanlık kuytularda sabırsız ve tedirgin kederlerle beklerken, küçük sevinçler, küçük yolculuklar hep bir kenarda durur, hep erteleriz…O kitabı sonra okuyacak, akşam yürüyüşlerine sonra çıkacağızdır; hele şu işimiz de bitsin, filancalar gelip gitsindir, elbette zaman olacaktır...Her şey, her şey yoluna girdiğinde yapılacak, söyleyeceklerimiz bile sonra söylenecektir.Sonra...Sonra!

Derken zaman, yani o büyük ve gizemli güç, hayatın düşlerimizin gerisindeki kırıntılar olduğunu anlatır bize.

Belki okyanuslara gider, kasırgalarla boğuşur, ama bir damlaya yenilip döner ve zamanın, hep ertelediğiniz ne çok şeyi nasıl öğüttüğünü, küçümsediğimiz nehirleri nasıl kuruttuğunu; ihmal ettiğimiz küçük sevinçlerin, sevgilerin nasıl solduğunu ve ileride, bir gün yürümeyi düşündüğünüz ıssız yollara devasa binaların inşa edildiğini fark edince, tıpkı bir İspanyol atasözünde olduğu gibi,“Don Kişot olmaya giderken, evimize bir Şanso Panço olarak dönmek”le kalmayıp, burun kıvırdığımız o küçük şeyleri de büsbütün yitirdiğimizi görürüz.

Çünkü avuçlarına bırakılan dostlukları, sevgileri çürütür zaman.Çünkü zamana rüşvet veremezsiniz, çünkü kendinizi ikna etseniz de zamanı edemezsiniz…

Yaşadığımız gezegen milenyumu kutlarken, ben o tarihte“düşünce suçu” mahkumi-yetlerimin bir yenisi için bir cezaevindeydim.Diktörtgen bir gökyüzünün altında ikinci baharımdı.Yirmili yaşlarında siyasal suçlardan mahkum olmuş altı yedi kişiyle birlikte kalıyordum.

Koğuşumuzun havalandırmasında bazalt taş duvarlar, bir basketbol potası, koridorlarda küf

kokusu,kasvet ve karanlık, dışarıda ise kışkırtıcı bir bahar vardı...

O bahar, koğuş pencerelerinin tam karşısındaki avlunun taş duvarlarına boydan bo-ya sarmaşık ekmeye karar verip, ceplerine üç beş sıkıştırdığım gardiyanlara rica minnet poşetler dolusu toprak getirttik.Duvarın dibine yığdığımız toprağa geniş suntalarla çevreleyip sarmaşık tohumlarını ektik.

Birkaç ayda gelişip uzayan sarmaşıklar, havalandırma duvarında çivilere çaktığımız iplere boylu boyunca sarılmakla kalmayıp, kimileri duvarları aşarak dışarıya göz kırpma-ya başladılar.

Ancak koğuştakiler, şarmaşıklar yüzünden basketbol oynayamıyor ve o bana arada bir tedirgin bir sesle:“Top oynayabilsek çok iyi olurdu hani,” diye mırıldanıyorlardı...


Yeni bir sonbahar geliyordu ve biz, bütün kışı tabut gibi daracık bir koğuşta balık istifi geçirecektik.Bu yüzden bir tercih yapmak zorundaydık.

Bir gün ranzalarına uzanmış koğuş arkadaşlarıma dönüp,”Sarmaşıkları artık sökebiliriz,"

dedim…Onlar ranzalarından sıçrayıp sevinçle avluya yöneldiklerinde, ben de o infazı görmemek için cezaevi kütüphanesine gittim.Bir saat kadar sonra döndüğümde, koğuştakiler sarmaşıkları yolup toprağıyla birlikte bir köşeye istif etmiş, keyifle top oynuyorlardı.

Beni görünce bir an duraksayıp yüzüme mahcup bir ifadeyle baktılar.Ben de gülümsemeye çalışarak:”Sorun değil çocuklar, kışın nasılsa kuruyacaklardı,”dedim...Sonra gün be gün büyüttü-ğüm sarmaşıkların bir köşede büzüşüp kalmış cesetlerine burkularak bakarken, küçük, siyah tohumları dikkatimi çekti.O tutsak ve ölü sarmaşıklar, gövdelerinde bıraktıkları tohumları atıldıkları yerden sanki bir vasiyet gibi sunuyorlardı...

O tohumları bir kalem kutusuna bırakırken, onları bir gün, dışarıda diledikleri gibi büyüyebi-lecekleri bir alanda ekeceğime kendi kendime söz verdim…

Zaman geçti, içeriden çıktım.Sonraki üç yıl oturduğum evlerin hiçbiri o sarmaşık tohumlarını ekmeme uygun olmadı.Arada bir onları barıktağım kalem kutusunu açıp bakıyor, o tohumlara dokunuyor ve bir gün her tohumun artık dışarıda, özgürce bir evin duvarlarını nasıl da boylu boyunca kaplayacağını düşlüyordum…

Dördüncü yıl taşındığım müstakil evde bir ilkbahar, o tohumları evimin duvarının ön cephesindeki toprağa ektim.Üç günde bir sulayıp sabırla bekledim…Bekledim, fakat filizleri bile görünmeyince, dört yıl boyunca sakladığım sarmaşık tohumlarının çürüdüklerini anladım…

Şimdi dönüp geriye, upuzun yıllara bakıyorum; aşklar vardı, dostlar vardı, gidilecekti…Söyleyeceklerim aklımın, yazacaklarım kalemimin ucundaydı; kalbimin ve zamanın avuçlarından nasıl da kayıp gittiler…

Gittiler….O dostlar, şimdi görmek istediğim dostlar değil, eskiden okuyacağım kimi kitaplar artık okumayacaklarım, o yıllar yapmak istediklerim şimdi yapmayacaklarım…Örneğin, eskiden kalabalık olmak isterken, şimdi yalnız kalmayı yeğliyorum.Beğenilerim, tutkularım, rüyalarım, yaşam üslubum bile değişmiş...

Oysa tam sorunlarımı çözdüm, işte oturdum ve artık gidebilirim derken, bir baktım ki gitmek istediğim pek fazla yer de kalmamış…

Bu yüzden siz olun, tutkularınızı, düşlerinizi, sevgilerinizi ve yolculuklarınızı hiç ertelemeyin; çünkü çürürler.Çünkü dokunduğu her şeyi çürütür zaman.Her şeyi...Her şeyi çürütür zaman...

Yılmaz Odabaşı

On Dakikada On Saatlik Uyku Nasıl Uyunur?

"Yine mi şu uyku palavrası" diye hemen baştan kesip atmayın. Ben masumum. "Bütün Dünya"nın Mart sayısında yazdığım bir yazı nedeniyle yaşamımda almadığım denli elektronik postaya kavuşuverdim. Hatta ve hatta eş dost arayıp hayret, ısrar ve inanmazlık içinde nasıl olup da az uyuyarak yaşayabildiğimi soruyorlardı. Öyle ya, bu kadar az uyku ile herkesin iki misli yaşıyor sayılmaz mıyım? Herkes yatakta 8-10 saat geçirirken benim bu saatleri şuursuzca bay pas etmek yerine çalışarak veya eğlenerek geçirmem beni herkesten iki misli daha uzun ömürlü yapmaz mıydı?

Önceleri, teker teker, insanlara, sordukları sorulara uygun bi çimde yazmaya başladım. Ama gelin görün ki, elektronik postanın ardı arkası kesilmiyordu. Birkaç yüzden sonrasını karantinaya alıp, hepsine temmuz sayımızda topluca yanıt vereceğimi yazdım. Ve sözümü tuttum. Üstelik tüm gün çalışmış, akşam bir yakınıma hastanede eşlik etmiştim, sabahın 3:30 gibi bir şeyiydi ve ben yazıma başlayıp, onu güzelce resimleyip sabah 5'e doğru yatmayı planlıyordum. Üstelik 6'da kalkmam da koşuldu. Ama tüm bu koşullar benim için gayet normaldi çünkü ben az uyuyabilmeyi öğrenmiş ve bunu günlük yaşantıma uygulayabilmiş biriydim.

 

Öncelikle acil bir açıklama yapmak istiyorum. Ben bir doktor ya da uyku uzmanı değilim. Yogi falan da değilim. Daha önce de açıkladığım gibi az uyumayı, ses duymamayı ya da görsel hafızayı iyi değerlendirmeyi 35 yıl önce bir yoga kitabında okumuştum. Aklım yattığı için de sabırla egzersiz yapıp sonunda ucundan kıyısından öğrendiklerimi uygular duruma gelmiştim. Her bir zerresini dağarcığımın el verdiği denli bilim süzgecinden geçirmeden böyle fantastik öykülere asla takılamayacak bir kişiliğim vardır. Buna inanmam, bilimselliğine tümüyle inanmış olmamdan geçer.

Yıllar sonra uzmanlıkları uyku olan kimi doktorlarla bunu tartıştığımda hepsinden aldığım yanıt, eğer öğretilebilecek bir şeyse bu yaptığım, tüm insanlığa yarar sağlayabilecek önemli bir "şey"di.

Benim de yanıtım, eğer ben yapabiliyorsam, birçok insanın rahatlıkla yapabileceği söylemindeydi. Asla ben "yaptım oldu"culuk yapmadan, asla doktorculuk oynamadan ve asla herkesin yapabileceğini iddia etmeden... Yalnız ne var ki, ben yapabildiysem, birçok insanın da yapabileceğine can-ı gönülden inanıyorum. Üstelik benim açımdan baktığınızda konu yalnızca uyku zamanları ile de sınırlı değildir.

Gelelim bana elektronik postayla ulaşanlara yanıt vermeye... Burada söyleyeceğim her şey o yoga kitabından aklımda kalanlardan ibarettir. Tabii azıcık da yorum.

İşe uykunun ne işe yaradığının tanımıyla başlayalım.

Bizim garip bedenin denetim odası, hepimizin bildiği gibi beyin denilen iri beyaz cevizimiz. Bu harika organ her saniye milyarlarca sinyali işleyerek mekanizmanın fiziksel ve zihinsel çalışmalarını yönlendirir durur. Gövdemiz de bir ırgat gibi gün boyunca didinir. Kaslarını gererek hareketler oluşturur. Sevgili kalbimiz, âşık olmanın yanı sıra vücudun tüm organlarının gıdalarını vererek onların canlı ve enerjik kalmalarını sağlar. Habire onlara yemek, ilaç ve enerji pompalar. Sabahki zindeliğimiz akşama doğru yorgunluk denilen illetin kanatları altında kalır. Hücrelerimizin enerjileri azalmıştır. Niye? Çünkü arabalar sokaklara park edince tüm kentin trafiğinin yavaşlaması gibi, sabah açık olup, kan akışına makul ölçülerde izin veren vücut arterlerinin, gün içinde şişen ve yolları tıkayan kaslar yüzünden bloke edilmesi yüzünden.

"Bu da ne demek" demeyin. Yeterince temiz kan pompalanmayınca, hücreler yorulur ve hareketler yavaşlar. Damarlar, kaslarca bloke edilmektedir.

Uyku, bu blokajı hafifletmek ve hücrelerin temizlenmesine olanak sağlamak için gerekli bir ortamdır. Vücudu yumuşatır, kaslardaki basıncı kaldırır ve kan akışını hızlandırır. Oysa kalp atışları yavaşlar.

İşte benim söylemek istediğim konunun can damarı bu noktada yatıyor.

 

Uykunun şuuraltını kullanarak oluşturduğu "temizlenme ve yenilenme" ortamını bilinçle oluşturmak. Bunu da kimi egzersizler yaparak altı ayda kullanır duruma geliyorsunuz. Vücudunuz ve beyniniz (sanki beyin vücudun bir parçası değilmiş gibi) bilinçli olarak uykuyu oluşturuyorlar. Üstelik beyin bu işin ilmini bir kaptı mı gerisini getirmekte üstüne yok.

Egzersizler oldukça basit ama uygularken karşımıza çıkan alışkanlıklarımız yüzünden çok da zor. Şöyle başlıyoruz:

Yatağınıza, kanepeye yada halıya, nerede uyumak istiyorsanız onun üzerine sırtüstü yatarak avuçlarınız aşağıya gelecek bir biçimde kollarınızı gövdenizin yanlarına uzatıyorsunuz. Sonra, sağ ayak küçük parmağından başlayarak her bir organınızın üzerindeki kasılmayı, ağırlığı ve gerilimi kaldırıyorsunuz. Bunu her bir organınız için yapıyorsunuz. Ayak parmaklarından başlayıp, ayaklara, tabanlarınıza, ayak bileklerinize falan filan bu gevşetmeyi uyguluyorsunuz. Yalnız bu göründüğü kadar şıppadanak olmuyor. Siz daha henüz dört parmaktaki basıncı kaldırmış beşinciyi düşünürken hop, bakıyorsunuz, ikinci parmak bağımsızlığını ele geçirmiş bile. Bu arada küçük karıncalanmalar da insana yaşamı zehir etmiyor değil.

 

Ama istenen sonuç, tüm bedenin, kafanın ve ruhun tam gevşemesi. Bir iki kasınız bile gerili kalsa değişen hiçbir şey olmuyor. İlla da illa tüm organlardaki gerilim kalkacak.

Ayak, parmak, karaciğer derken tüm vücudunuzu dolaşıyorsunuz. Sıra en zor olanına, kafaya geliyor. Gözler yarı açık, ağız neredeyse sarkmış, çene düşmüş olacak ve mutlaka beyazı düşüneceksiniz. Bu, yoğun bir bulut kümesi mi, süt mü artık siz bileceksiniz, ama mutlak beyazı düşünmek zorundasınız.

En başlarda bir iki saat geçmesine karşın hiçbir başarıya ulaşamamak, beynin olan biteni yavaş yavaş keşfetmesi yüzünden zamanla yerini inanılmaz bir keyif olan bilinçli uyumaya terk etmesi, bende altı ay aldı.

Ve her şeyi yaptığınızı fark eden beyin bir anda ortalığı ana baba yerine çeviriyor. Açık arterlerden koşturan kan önüne çıkan, çıkmayan her hücreyi hızla yenilemeye başlıyor. Kulaklarınız vınlıyor, gözlerinizin önünde her bir şeyler uçuşmaya başlıyor. Bana ilk olduğunda başka bir gezegene ışınlanıyorum sanmıştım. Bu vınlamalar ve düşler yaklaşık on dakika sonra geldiği gibi yok oluyor. Ve bir kez başardınız mı vücut ve beyin onu mutlaka istiyor ve uyguluyor.

Ama yine dediğim gibi altı ay kadar sabırla yapılan gevşeme alıştırmaları sonucu yakalayabilmiştim bunu. Başkalarının bir ayda mı bir yılda mı yoksa doğrudan hemencecik mi yakalayabileceği konusunu bilemem.

Bir arkadaşım vardı. Çekirdeği ağzına atarken eli havada kalabiliyordu çünkü uykuya o kadar dayanıksızdı ki her an uyuyordu. Onu çok kısa zamanda kendime benzetmiştim.

Gazeteciler Cemiyeti eski başkanı rahmetli Nezih Demirkent de başarılı öğrencilerimin arasındaydı. Yüzlerce insana denettirdim ama yalnızca 10-15 kadarı egzersizleri yapmayı ısrarla sürdürdü ve bugün onlar da benim gibi az uyuyup çok yaşarlar.

Uyku denli, insanın beyninin öteki işlevlerini de geliştirmesi gerekir. "Bütün Dünya" Mart sayısında bu konuya çok ciddi (?) olarak yer vermiştim. Ama sanırım her işte olduğu gibi bunda da şu yukarıda söz ettiğim basit egzersizin ısrarla yapılması sizi kesinlikle başarıya götürecektir.

Birçok yerde bana sorulan en birinci soru hiç şaşmaz: "Nasıl oluyor da bu kadar abuk sabuk işe bulaştınız? Nereden buldunuz bunca zamanı?" Bilin bakalım ben onlara ne diyorum...•

 

BÜTÜN DÜNYA

Temmuz-2003

 

26 Ekim 2009 Pazartesi

 

         Ağır şarkılar bunlar,

 

  • Sensizlik
  • Yak gel
  • Ateş düştüğü yeri yakar
  • Geceler
  • Aslında
  • Durulmalı
  • Külkedisi
  • Ağlasam duymaz
  • Aşk için iki kişi gerekmez
  • Senden öğrendim
  • Zamanın eli
  • Aşk
  • Gidemem
  • Yalan
  • Boşanmak istemiyorum
  • Sevda çiçeği
  • Cennet
  • Allahından bul
  • Seven kızın romanı
  • Tatil
  • Herkes hak ettiği gibi yaşar
  • Bebek
  • Bittim
  • Gazete
  • Sebebim
  • Doyamadım
  • Kop gel günahlarımdan
  • Korkmuyorum seni kaybetmekten
  • Masal
  • Unut demek dile kolay
  • Aşk dediğin laftır
  • …..

 

Temel:

- 'Penum faprigalarum, sanayi desislerum varidu. Pir yangın çiktu
hebisi pirden yandi. Haçan pen de sikortadan parayi aldum; tekrar
uğraşacak takadim kalmadu, yiyip içup kezeyrum' demiş.

Amerikalı:

- 'Benim de okyanus kenarında sahil boyunca bir restoran zincirim vardı. Bir kasırga çıktı, hepsi uçtu yok oldu. Ben de sigortadan parayı aldım, ve aynen ben de yiyip içip geziyorum' demiş.
 
Temel'in gözleri dalmış gitmiş.
Söyleneni duymaz, anlamaz olmuş.

Amerikalı dürtmüş,

- Ne oldu?
- Ula sen kasirgayi nasi çikarttun daa? …

24 Ekim 2009 Cumartesi

BACAKLARINIZDA UYUŞMA OLUYOR MU ?

Bacaklarda uyuşma, iğne batar gibi bir his ve karıncılanma yaşıyorsanız, aslında sıradan bir ağrıdan fazlası olabilir. KESKİNLERGENPA olarak Huzursuz Bacak Sendromu ismi verilen rahatsızlığı inceledik.Ağrının hareket halindeyken azalması ve istirahat ile tekrar başlaması, huzursuz bacak sendromunu romatizmal hastalıklardan ayıran en önemli özellik...

“Huzursuz bacak sendromu”nun çok bilinen bir rahatsızlık olmadığı için romatizmal hastalıklarla karıştırılabildiğini, bunun da hastalığın teşhisini geciktirdiğini belirten Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Cenk Akbostancı, “ağrının hareket halindeyken azalması ve istirahat ile tekrar başlaması, huzursuz bacak sendromunu romatizmal hastalıklardan ayıran en önemli özellik” diye açıklıyor.Prof. Dr. Cenk Akbostancı, bacakta diz ile ayak arasındaki bölgede “huzursuzluk” hissiyle kendini gösteren “huzursuz bacak sendromu”nun, her 100 kişiden 5’inde görüldüğünü söyledi. Akbostancı, kadınlarda daha sık rastlanan huzursuz bacak sendromunun, 18-20’li yaşlarda filizlendiğini, daha çok 35-45 yaş arasında kendini gösterdiğini, 60’lı yaşlarda ise en üst düzeye çıktığını özellikle belirtiyor.

Belirtileri Nelerdir?

Şeker hastalığında, demir eksikliği anemisinde (kansızlıkta), bazı sinir hastalıklarında (periferik nöropati), bazı kanser türlerinde huzursuz bacak sendromuna ait belirtiler görülür.

1- Yattıktan sonra bacaklarda ortaya çıkan gerginlik, uyuşma, batma, yanma, iğnelenme gibi belirtiler.
2- Hastalarda bu belirtileri gidermek için yatarken daime bacaklarını hareket ettirme gereksinimi vardır.
3- Hastalar yukarıdaki belirtilerden kurtulmak için daima kalkıp yürüme ihtiyacı duyarlar ve hastalarda uyku bozukluğu oluşur.

Uyku İle İlişkisi Nedir?

Huzursuz bacak sendromu, uyku ile ilişkili hareket bozukluğu hastalıkları arasında yer alır. Uyku, fizyolojik ve geçici bir bilinçsizlik durumudur. Hareket bozukluklarının büyük çoğunluğu, uykuda kayıp olur. Örneğin; tik, el titremeleri? vs. uykuda olmaz. Fakat bazı hareket bozuklukları, sadece uykuya geçerken veya uyku esnasında görülür. Huzursuz bacak sendromu, uykuda görülen bir hareket bozukluğudur.

Neden Oluşuyor?

Hastalığa sebep olan şeker hastalığı, kansızlık gibi bir nedenin olmadığı esansiyel tip dediğimiz tipte, beyinden dopamın denen maddenin eksikliği sorumlu tutulur. Günümüzde kabul gören görüş budur.

Beyindeki bu maddenin eksikliği, bacaklarda yukarıdaki saydığımız belirtileri yapar. Bu hareket bozukluğuna bağlı huzursuzluk, kalkıp dolaşma gereksinimi uykusuzluğa sebep olur.

Tanısı Nasıl Konuyor?

Hastalığın belirtilerine sebep olan şeker hastalığı, kansızlık, sinir harabiyetleri? vs gibi hastalıklarda, bu hastalıklara ait belirtiler muayenede saptanır ve bu hastalıkların teşhisine yönelik testler yapılır.

Huzursuz bacak sendromunun büyük bir çoğunluğunun altında başka bir hastalık yatmaz. Bu tipe esansiyel tip denir. Yukarıda bahsettiğim gibi esansiyel tipin ailesel özelliği vardır. Muayenesinde herhangi bir bulguya rastlanmaz. Deneyimli bir hekim hastanın anlattıklarına ve tecrübelerine göre hastalığın tanısı koymaya çalışır. Bu hastalıkta, birçok büyük merkezde uyku EEG' si çekilerek, bacaklara bağlanan elektrotlarla uykuda oluşan hareket bozukluğu tespit edilmeye çalışılır. EEG beyin elektro ensefalografisidir. Beynin fonksiyonlarını bilgisayara veya kağıt üzerine yazdırmaya yarayan bir tanı aletidir. Bunun dışında huzursuz bacak sendromuna benzer belirtiler verebilen diğer hastalıkları elemek için hekim gerek duyarsa laboratuar, MR, EMG? gibi bir çok tetkik yapılabilir.


-- Huzursuz Bacak Sendromu Tedavisi

Tedavide başarılı olmak için bu hastalığın tanısını doğru koymak gerekir. Hastalığa yol açan başka bir neden varsa öncelikle bunun tedavisi yapılır. Esansiyel dediğimiz tipte, hastalığa sebep olduğu düşünülen, beyindeki eksik maddeyi yerine koymak için bu maddeyi içeren ilaçlar yatmanda önce verilir.

Hastalığın sonucunca oluşan uyku probleminde tedavisinin yapılması gerekir. Ayrıca depresyon bu hastalığa olumsuz etki yapar. Hastalığın daha fazla hissedilmesine neden olur. Bundan dolayı hastada depresyon durumu varsa bununda tedavisi yapılmalıdır.

Doğru teşhis ve tedavide genelde hastalar rahat ederler. Fakat bazen ilaçtan fayda görmeyen hastalarda olabilir. Bu hasta grubu için alternatif ilaçlar günümüzde mevcuttur. İlaçları uygun doz ve zamanda kullanan hastaların şikayetleri azalır veya tamamen yok olur.

 

20 Ekim 2009 Salı

Beynimizin ölmesine izin vermeyelim...


Aklınızı başınıza getiren öneriler :
Mümin Sekman’ın hazırladığı
“Bu hafta beynine iyi bak!” adlı “Beyin Kullanma Kılavuzu”
kitapçığından birkaç alıntı:
* Beyin, açık havada ve ayaktayken daha iyi çalışır.
Önemli kararlarınızı alırken dışarıda ‘volta’ atmayı deneyebilirsiniz.
* Beyin, örneklerle akıl yürütür.
Kararsız kaldığınızda “Atatürk benim yerimde olsaydı ne yapardı?” diye düşünün.
* Yabancı bir dil öğrenme ve ezber, beyni güçlendirir.
Her gün birkaç yeni kelime öğrenin, sözlük okuyun, alışveriş listesi
ve telefon numaralarını ezberleyin.
* Zihinsel jimnastik yapın. Bunun için başta sudoku olmak üzere
bulmaca ve satranç gibi oyunları kullanabilirsiniz.
* Zihinsel rutinlerinizi kırın. Bazen telefonu sol elinizde tutun,
çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin.
* Zihinsel zevklerinizi zenginleştirmek için her gün mutlaka iyi
bir özdeyiş kitabından, birkaç cümle okuyun.
* Güzel bir resme bakın. Estetik algınız, gördüğünüz estetik şeylerle gelişir.
Beyninizi ‘güzel’ şeylerle besleyin. Sevdiğiniz bir müziği gözleri kapalı dinleyin.
* İyi bir uyku, kaliteli bir beynin temelidir. 24 saati geçen uykusuzluk sarhoşluğa
benzer bir şekilde beyin fonksiyonlarını etkilemektedir.
* Bol ve temiz oksijen beyin için çok önemlidir. Odanızın penceresini
açıp kendinize bol bol ‘birinci el’ oksijen ısmarlayın.
* Farklı düşünme tarzları beyni geliştirir.
Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin.
* Kullanılmayan organ körelir. Sürekli TV seyrederek beyninizi düşük
viteste çalıştırmayın. Beyninizin sınırlarını zorlamayan etkinlikler, beyninizi geliştirmez.
* Beyin diyeti yapın. Beynimiz “garbage in garbage out” ilkesine göre çalışır.
Yani beyninize çöp girerse, beyninizden çöp çıkar. Beyninizi neyle
beslediğinize, midenizi neyle beslediğiniz kadar dikkat edin.
* Hayatınızın en büyük kararlarını alırken ‘kafadan’ değil,
kâğıt üzerine ne yapacağınızı yazarak hesaplayın.

 

Kişisel Gelişim Merkezi (www.kigem.com)

18 Ekim 2009 Pazar

Eray Beceren'den

Bu hafta sizlere bir kitap önerisinde bulunmak ve bu kitaptan sizlerle bir bölümü paylaşmak istiyorum. Kitabın adı "Dünyadaki En Büyük Satıcı" yazarı Og Mandino. Kitap Boyner yayınları tarafından yayınlanmıştır.

 

Kitaptaki kahraman Deve Çobanı Hafid, Ustası Patros'tan devraldığı, 10 parşömende yazılanları naklediyor. Size bu 10 parşömenden üçüncüsü olan "Özgüven"i paylaşmak istiyorum.

 

Iyi haftalar dileklerimle, selamlar, saygılar...

 

Eray Beceren

 

Özgüven

 

Ben tabiatın en büyük mucizesiyim.

 

Zamanın akmaya başlamasından bu yana aklımın, kalbimin, gözlerimin, kulaklarımın, ellerimin, saçlarımın, ağzımın bir başka eşi yoktur. Daha önce benim gibi bir kimse doğmadı, bugün benim gibi bir kimse yok, yarın da benim gibi yürüyen ve konuşan ve tıpkı benim gibi düşünen bir kimse olmayacak.

Bütün insanlar kardeşlerimdir, ama ben hepsinden farklıyım. Ben eşsiz bir yaratığım.

Ben tabiatın en büyük mucizesiyim.

 

Hayvanlar aleminden geliyorum, ama hayvani ödüller beni hiçbir zaman tatmin edemez. İçimde kuşaktan kuşağa taşınmış bir meşale yanıyor. Sıcaklığı ruhumu daha iyi olmaya tahrik ediyor, daha da iyi olacağım. Bu tatminsizlik alevini körükleyecek ve dünyaya eşsizliğimi ilan edeceğim.

 

Fırça darbelerimi hiç kimse tekrarlayamaz, yontularımın aynısını kimse yapamaz, hiç kimse yazımı taklit edemez, hiç kimse benim çocuğumu yapamaz ve gerçekten de; hiç kimse tıpkı benim gibi başarılı olamaz.. Bundan böyle bu farklılıktan yararlanacağım; bu benim için her yönden desteklenmesi gereken bir servettir.

Ben tabiatın en büyük mucizesiyim.

 

Artık, başkalarını taklit etmek için boş çabalarda bulunmayacağım. Tersine, eşsizliğimi ortaya koyacağım, eşsizliğimi ilan edecek, evet, onu satacağım.

Artık farklılıklarımı vurgulamaya başlayacağım, benzerliklerimi saklayacağım. Bütün ötekilerden farklı olan ve bu farklılıktan gurur duyan bir insan.

Ben tabiatın eşsiz bir yaratığıyım.

 

Ben nadirim ve nadir olan her şey değerlidir. Onun için ben de değerliyim.

Binlerce yıllık evrimin ürünüyüm ben. O nedenle, benden önce gelen bütün imparatorlardan ve bilgelerden hem maddi hem de manevi olarak daha iyi donatılmış durumdayım.

 

Ama eğer iyi yönde kullanmazsam, becerilerim, aklım, kalbim ve vücudum durgunlaşacak, çürüyecek ve sonunda yok olacaktır. Sınırsız potansiyele sahibim. Beynimin yalnızca küçük bir bölümünü kullanıyorum, kaslarımın yalnızca önemsiz bir kısmını geriyorum. Dünkü başarılarımı yüzlerce kat ve daha da fazla artırabilirim; bugünden başlamak üzere, bunu yapacağım.

 

Artık hiçbir zaman dünün başarılarıyla tatmin olmayacağım, gerçekte sözünü etmeye değmeyecek kadar küçük eylemlerle övünmeye bundan böyle izin vermeyeceğim. Sahip olduğumdan daha fazlasına sahip olabilirim, sahip olacağım! Beni yaratan mucize doğumumdan sonra niçin sona ersin ki?

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

Bu dünyaya tesadüfen gelmedim. Bir amaç için buradayım ve bu amaç, bir kum tanesi kadar küçülmek değil, bir dağ kadar büyümektir. Bundan böyle bütün kuvvetimi hepsinden daha büyük bir dağ olmaya yöneltecek, potansiyelimi, o merhamet çığlıkları atıncaya kadar zorlayacağım.

 

İnsanlık ve kendim hakkındaki bilgilerimi artıracağım. Üslubumu ve nezaketimi sürekli iyileştireceğim, çünkü bunlar herkesi cezbeden şekerlerdir.

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

Gücümü zamanın meydan okumalarında yoğunlaştıracağım, eylemlerim başka her şeyi unutmama yardım edecektir. Evdeki sorunlarım evde kalacaktır.

İşimdeyken ailemi düşünmeyeceğim, yoksa bu zihnimi karartır. Aynı şekilde, işimdeki problemler iş yerinde kalacaktır. Evimdeyken mesleğimi düşünmeyeceğim, yoksa bu sevgimi azaltır.

 

İşyerinde aileme yer yoktur, evimde de işyerine. Her ikisini de birbirinden ayıracak ve böylelikle her ikisiyle de evli olacağım. Her ikisi ayrı olmalıdır, yoksa mesleğim ölür. Bu, yılların çelişkisidir.

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

Bana, görmem için gözler, düşünmem için akıl verilmiş. Ve hayatın artık idrak etmek istediğim büyük sırrı eninde sonunda odur ki, bütün sorunların, cesaretsizliklerim ve ıstıraplarım, gerçekte tebdili kıyafet etmiş olanaklarımdır. Bundan böyle onların kuşandığı kıyafetle aptallaşmayacağım, çünkü gözlerim açıldı. Giysinin ötesine bakacak ve kanmayacağım.

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

Hiçbir yabani hayvan, hiçbir bitki, hiçbir rüzgar, hiçbir yağmur, hiçbir kaya, hiçbir göl benimle aynı geçmişe sahip değildir, çünkü ben sevgiyle yaratıldım ve bir amaç için doğuruldum. Eskiden bu gerçeği dikkate almazdım, ancak bundan böyle bu, hayatımı biçimlendirecek ve yönlendirecektir.

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

Tabiat yenilgi bilmez. Sonunda galip gelir, ben de öyle. Her zaferle bir sonraki mücadele daha kolaylaşır.

Kazanacağım, başaracağım, çünkü ben eşsizim.

Ben tabiatın eşsiz bir mucizesiyim.

 

OG MANDIGO'nun Boyner yayınlarından çıkan "Dünyadaki En Büyük Satıcı"

kitabından

 

 

 

 

12 Ekim 2009 Pazartesi

Gelecek Korkusu...

Psikolog Derya Öztürk. Duyu algı eğitimi alanında çalışmalar yapan, Nöro- Linguistik Programlama (NLP) Eğitmeni alan bir psikolog. Stres ve depresyonun altında yatan gerçek nedenlerden birisinin 'gelecek korkusu' olduğunu belirtiyor. Gelecek korkusu çok fazla olan insanların şimdiki anı yaşamadığını, yaşadıkları andan keyif alamadığını söylüyor.

Psikolog Derya Öztürk, yaptığı açıklamada, gelecek korkusunun yaygın ve pek çok kişinin elinde olmadan karşı karşıya kaldığı korku olduğunu kaydetti. Öztürk, gelecek korkusunun derinlerinde 'değişim korkusunun' yattığını söyledi.
İnsanoğlunun sadece yalnızca 'düşme ve yüksek ses' korkusuyla dünyaya geldiğini vurgulayan Öztürk, bunun dışındaki tüm korkuların öğrenilmiş korkular olduğunu kaydetti. Öztürk, zihin tarafından yaratılan sanal korkulardan kurtulmanın mümkün olduğuna işaret ederek, 'Yeter ki bu korkulara sahip olduğunuzu kabul edin ve kurtulmak isteyin. Tüm korkular geçmişteki olumsuz deneyimlerimiz sonucu oluşmuştur' dedi.

ACI ÇEKMEKTEN, MUTSUZ OLMAKTAN KORKULUYOR

Kişilerin yaşadığı koşullardan memnun olmasa da farkında olmadan koşulları değiştirmek istemediğine dikkat çeken Öztürk, şunları dedi:

'Çünkü insan yeniden korkuyor. ’Yeni’ hayatına girmesin diye sürekli düşünüp duruyor ve zihnini bir türlü susturamıyor.

Düşünmez ve kontrol etmeye çalışmaz ise gelecekte başına gelebileceklerden o kadar çok korkuyor ki, ’ya öyle olursa, ya böyle olursa, ya şöyle olursa’ gibi varsayımlar üretip duruyor ve sürekli geleceği kontrol altında tutmaya çalışıyor. Zihni sürekli çalışıyor. Hata yapmaktan o kadar çok korkuyor. Daha derinlerde sahip olduklarını kaybetmekten korkuyor. Sahip olduklarını kaybederse istemese de hayatına ’yeni’ olan girecek.' Psikolog Öztürk, kişilerin değişimle birlikte stres hormonlarının sürekli salındığını kaydetti.

'İNSANLARIN NEREDEYSE TAMAMI MUTSUZ, MUTLULUĞU ARIYOR'

'Gerçekte içimizdeki ne ise dışımızdaki mutsuzluk, stres, acı, başarısızlık, korku olur' diyen Öztürk, bu yüzden de insanların neredeyse tamamının mutsuz olduğunu ve mutluluğu aradığını söyledi. İnsanların hem yeniden korktuğunu, hem de eskiyi bırakamadığı vurgulayan Öztürk, farkında olmadan kişinin kendi içinde sürekli bir içsel çatışma yaşadığını ifade etti.

'YAŞAMIMIZI KORKULAR YÖNETİYOR'

Psikolog Derya Öztürk, 'gelecek korkusu' çok fazla olan insanların şimdiki anı yaşamadığını ve yaşadıkları andan keyif alamadığına dikkat çekerek, 'Bu kişilerin zihinleri sürekli olarak ya geçmişte ya gelecekte yaşıyor. Mutluluk ya geçmişte yada gelecekte oluyor' diye konuştu. Zihnin geçmişte ve gelecekte yaşamasının depresyonun altındaki en önemli nedenlerden biri olduğunu dile getiren Öztürk, şöyle konuştu:

'’Şu olunca mutlu olacağım bu olunca mutlu olacağım’ diyerek zihinlerini sürekli gelecekte olabilecek olması muhtemel şeylere programlıyorlar. Temelinde yatan ise; cesaret ve özgüven eksikliği. Ve insanların aslında sorumluluktan korkmaları. Kimse rahatı bozulsun istemiyor. Hastalar iyileşmek istemiyorlar çünkü iyileşmek onlar için yeni bir şey.

İyileşirlerse sorumluluk almak yaşama dönmek lazım. Çalışmak lazım. Birde tabii ki gördükleri ilgiyi, sevgiyi ve şefkati artık göremeyeceklerine inanıyorlar içten içe. İş değiştirmekten korkuyorlar, çünkü şartları ne kadar kötü olsa da yeni bir iş yepyeni sorumluluklar ve risk anlamına geliyor.

Yani yaşamımızı farkında olsak ta olmasak da korkular yönetiyor .

Haydi bağışlayın...

"Sizi belki dün, belki yıllar önce birisi incitti ve siz bunu hiçbir zaman unutmadınız. Siz bunu hak etmemiştiniz ki. Bu davranış öyle derinlere islediği belleğinizde kendisine çok gizli bir yer bulup yerleşti. Hala da caninizi yakmaya devam ediyor.

Yalnız değilsiniz. Unutmayın ki iyi niyetli insanların bile istemeden birbirlerini incittikleri bir dünyada yaşıyorsunuz. Çok yakin ilişkilere girdiğimizde karşımızdaki insanin ihanetine karşı korumasız kalabiliriz.

Bazı durumlarda hepimiz incindiğimiz konuları göz ardı edebiliriz. Allaha şükürler olsun ki her olayın bizi yaralaması yada incitmesi olası değildir. Fakat bazı acılar çok kolay unutulmayabilir, bunlar ayni, bir kumaşın üzerindeki inatçı bir leke gibi beynimize islerler.

Hak etmediğimiz derin acılar geçmişin derinliklerinden bugüne kadar sürüp gider. Bir arkadaşımız bize ihanet eder, anne yada babamız bizi istismar eder, eşimiz bizi terk eder, bu tur yaralar yeni bir günün doğmasıyla birlikte kendiliğinden iyileşmezler.

Bazı insanlar şanslıdır; bu insanlar unutabilmek gibi çok özel meyveden nasiplerini almışlardır. Hiç kin tutmazlar, geçmişe ait acıları hiç anımsamazlar. Acı dolu geçmişleri yeni doğan günle birlikte kendiliğinden yok olur. Fakat çoğumuz geçmişteki acıları bugüne taşır ve onları unutmayı bir turlu beceremeyiz.

Ancak bu konuda yapacak hiçbir şey yok mudur?

 

Amerikalı psikiyatrisi Lewis B.Semedes bir milyon satan kitabı "Bağışlayın ve Unutun" da insanlara böyle sesleniyor. Onun da belirttiği gibi hepimiz zaman zaman incinmişizdir. Unutamadığımız acılar vardır. Ve Bu acılar en çok kendimize zarar verir. Bizi yıpratır. İnsanlara düşman eder. Peki, bu acıyı unutmanın bir yolu var mıydı? Lewis B.Semedes "Acı veren anıların durdurulamayan gücünün karşısında tek bir güç vardır" diyor.

"Bağışlayabilmenin gücü".

Bağışlayabilmek iyi niyetli olmalarına karşın insanların birbirlerine haksizlik yaptığı ve birbirlerini çok derinden yaraladığı bu dünyada Allah’ın bizlere sunduğu özel bir armağandır.

Lewis B. Semedes bağışlayabilmeyi her ne kadar Allah’ın bir lütfü gibi sunsa da ancak sevginin bunu başarabileceğini de ekliyor.

"Bağışlamak sevginin çözebileceği en zor ve en riskli istir. Bağışlamak çoğu insana doğal bir şey gibi gelmez. Hakça davranma duygumuz, insanların yaptıkları hataların bedelini ödemeleri gerektiğini söyler bize. Oysa bağışlamak doğa kanunlarının ortadan kaldırılabilmesi için sevginin ortaya koyduğu en büyük güçtür."

İlginç değil mi? Bağışlamanın sevginin denendiği en zor islerden biri olduğunu hiç düşünmemiştim. Bağışlama belkide insanin kendisine yapabildiği büyük iyilik. Bir çeşit kendini arındırma ölümcül bir hücreye karşı koyabilme yeteneği. Doğrusu yaşamımızda en az bir kez denememiz gereken bir olgu.

Simdi sessizce oturun bir koltuğun üstüne ve kendi kendinize sorun;

"Bağışlamak nasıl başarılır acaba?"

 

Bu sorunun yanıtını denemeye değmez mi?

 

Hadi başlayın.