23 Mayıs 2009 Cumartesi

Kişisel gelişimde yolun neresindesiniz?

Kişisel gelişimin en önemli noktası kişinin kendisini en iyi şekilde tanımasından geçer. Kendinize şu soruları sorun: Kendimi hangi konuda eksik hissediyorum? Hangi durumlarda problem yaşıyorum?
Kendimde gördüğüm olumsuz duygu ve düşünceler nelerdir.Kendinize seminer planı yapın. Kişisel gelişim seminerlerinin neler olduğunu öğrenin ve bunları bir kağıda yazın. Daha sonra ben şu konularda eksiğim var ve eğitim almam gerekir dediğiniz seminerlere katılmaya çalışın. Seminerleri gerçekten o alanda uzman olan kişilerden almaya özen gösterin. Her ay en az 3 adet kişisel gelişim kitabı okuyun. Çünkü bu kitaplar kendinizle ilgili en yeni araştırmaları ve bilgileri size motive sağlayarak verecektir. Kendinize hayat amacı belirleyin. Bu amaca ulaşmak için neler yapmanız gerektiğini yani ara hedefleri belirleyin. Bunların hepsini yazılı hale getirin ve son olarak için karar vererek harekete geçin.

Şu anda yaşadığınız hayatı gerçekten yaşamak istiyor musunuz? Eğer yaşamak istiyorsanız sorun yok. Ama yaşamak istemiyorsanız neler yapmanız gerektiğini kendinize sorun ve öğrenin.

Yaşadığınız küçük başarılara yoğunlaşarak ulaşmak istediğiniz büyük başarıların engellenmesine izin vermeyin.

Yapamayacağınız şeyler üzerinde fazla yoğunlaşmayın. İlk önce yapmanız gerekip de yapabileceklerinizi yerine getirmeye çalışın.

Kendinizi ve başkalarını motive etmenin yollarını öğrenin ve mutlaka hayatınızın her kademesinde ihtiyaç duydukça bunları uygulayın.

Her gününüzün ve hatta saatinizin kontrolü sizde olsun. Zamanın kontrolünü sakın zamana bırakmayın. Çünkü zaman ırmak misali başıboş akmaya heveslidir. Onun önüne set çekip kontrolünüz altına almalı ve ondan elektrik elde etmelisiniz.

Hatalarınızdan ders alın. Onları sizi başarıya ulaştıracak hatırlatmalar olarak görün.

Şu anda yaptığınız işi daha iyi nasıl yapabileceğinizi kendinize sorun. Verdiğiniz cevap doğrultusunda harekete geçin. Göreceksiniz bu küçük düşünce tarzı sizin iş yaşantınızı nasıl büyük etkileyecektir.

Sizin elinizi kolunuzu bağlayan inançlar değil güçlendiren inançlar seçin. Çünkü kendiniz hakkında nasıl bir inanca sahipseniz siz osunuzdur aslında.

İnsan ilişkileri, hitabet ve beden dili konusunda mutlaka eğitimler alın. Çünkü iletişimde en önemli nokta sizin anlatmak istediğiniz değil, karşınızdaki kişinin anladığıdır.

Hayal kurmaktan korkmayın. Çünkü hayal gücü insanın en önemli silahıdır. Nasıl bilinçli ve sizi başarıya götürecek hayaller kurmanın yollarını öğrenin.

Fizyolojik sağlığınıza önem verin. Çünkü sağlığınız sağlam olmazsa başarılarınız da sağlam olmaz.

 

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

SEVGİNİN GÜCÜ


Mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların gölgelerini cömertçe sunduğu, türlü türlü böceklerin, çiçeklerin yaşadığı, insanoğlunun pek az uğradığı ormanlardan birinde güzel bir göl vardı. Suyu berrak mı berrak, serin mi serin...

Gölün kıyısında hayat bulmuş boynu bükük papatya, yanıbaşında o eşsiz büyülü suyun içinde açmış olan, en az kendi kadar yalnız görünen nilüfer çiçeğine sevdalanmıştı. Onun görkemli görüntüsünü, saf, masum, asaletli halini hayranlıkla seyrediyordu her gün...

Nilüfer çiçeği de kayıtsız değildi sevgili papatyasına karşın. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar, şarkılar söylüyorlardı birlikte. Yalnızlıklarını unutuyorlardı şu koskoca orman içinde...

Rabbim, diyordu papatya içinden kimi kez. Bu güzelliğin yanında benim yerim nedir ki? O suyun içinde yaşar bense toprakta... Elimi uzatsam tutamam bile onu... Oysa öylesine istiyorum ki onun yanında olmayı...

- Ey güzel çiçeğim, ey benim nilüferim seviyorum seni... Lâkin öylesine çaresizim ki... Sana nasıl ulaşacağımı bile bilmiyorum... Evet, orada olduğunu bilmek, sesini duymak, güzelliğini görmek bile yetiyor bana ama istiyorum ki elini tutayım, güzelliğine dokunayım. Gel gör ki ben bir papatyayım, sen ise bir nilüfer... Ayrı dünyalarda yaşayan iki ayrı çiçek...

Nilüfer, karşılıksız bırakmadı papatyanın sözlerini:

- Papatyaların en tatlısı, kemandan çıkan müzik aynı ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır. Sen başkasın, ben başkayım, sen ordasın, ben buradayım diye yerinme. Gönül sesine kulak ver yalnız... Bir şeyi istiyorsan yürekten iste....Sevgi, aşk, ne büründüğün kıyafeti, ne makamı, ne mesafeleri ne de başka bir şeyi dinler... Onun fermanı okunmaya başladımı her şey susar. Her şey çaresiz kalır...

Sevgi söz konusu olduğunda kişi kendi dışındaki güçlerin insafına kalmaz. Çünkü; kendisi de güçlü bir varlık haline gelir. Ruhunun derinliklerinden gelen bu ezgi güçlenmeye başladıkça kayıtsız kalamaz buna tüm evren... Sen ki benim güzelliğime, aşkınla güzellik katmakta, yalnızlığımı örtbas etmektesin. Benim ve kendinin varolduğumu ispatlamaktasın dünyaya...

Şimdi kapat gözlerini sımsıkı... Sıyrıl tüm düşüncelerinden... Yalnızca ama yalnızca beni düşle... Yanımda olduğunu, gölün sularında elimi tuttuğunu hayal et... İste beni... Göreceksin ki sevginin aşamayacağı engel yoktur! ..

Papatya, nilüferin dediğini yaptı. Yalnızca ama yalnızca onun hayalini doldurdu tüm benliğine... Kendini güzeller güzeli çiçeğinin yanında farzetti. İstedi... İstedi...

- Aç gözlerini! , dedi nilüfer. Papatya şaşkınlık içindeydi gözlerini açtığında... Sevgili çiçeğinin yanında, gölün suları içinde bir nilüfer çiçeğiydi artık o da...

Sevmek...
İstemek...
Hayal etmek...
İnanmak...
Olmayacak şey yoktur!
Eğer ki; bu duygulara sahipseniz...

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Konuşurken Dikkat Edilmesi Gereken Önemli Noktalar


İyi bir konuşmada dikkat edilmesi gereken noktaları ele aldıktan sonra,
konuşmalarda önem taşıyan diğer bazı önemli püf noktalarına da değinmek
gerekmektedir:
- Konuşmadan önce söylenecekler düşünülmeli ve planlanmalıdır. Konuşmaya nasıl giriş yapılacağı, nasıl sürdürüleceği, hangi araç gereçlerle destekleneceği,
nasıl biteceği, sonuçta ne şekilde özetlenerek dinleyicinin aklında kalmasının sağlanacağı planlanmalıdır.
- Konuşurken dinleyicilerle sanki karşılıklı bir konuşma yapıyormuş gibi
davranılmalıdır. Böylece cümle kurma şeklindeki resmiyet gider, konuşmaya sıcak ve canlı bir hava getirilir.
- Konuşurken dinleyicilerin gözlerine bakılmalıdır. Bu durum özellikle yansıma (feed-back) alınabilmesi için gereklidir. Konuşurken duvarlara, eşyalara vb. muhtelif yerlere bakılarak yapılan konuşmalar, hem yaratılmak istenen etkiyi hem de yansıma alımını olumsuz etkilemektedir.
- Konuşurken sözlere tat katılmalıdır. Unutulmamalıdır ki “Ne söylediğiniz
değil, nasıl söylediğiniz daha önemlidir.” Örneğin Lord Morley şöyle demiştir:
“Söylevde üç şey çok önemlidir. Kim söylüyor, nasıl söylüyor? Üçüncüye yani ne söylüyor konusuna gelince bunun hemen hemen hiç önemi yoktur”. Bu biraz abartılı görünebilir. Ancak dikkatle bakıldığında bu durumla sık sık karşılaşıldığı görülecektir. Bu püf noktalarından sonra; topluluk önündeki konuşmalarda nasıl söylemek gerektiği konusuyla ilgili noktalara değinmek yararlı olacaktır.
- Konuşmada önem taşıyan kelimeler şiddetli, önemsiz kelimeler normal
söylenmelidir. Dinleyicilerin dinlediklerini anlayıp, hatırda tutmaları
konuşmacının konuşmasında bu özelliği kullanmasına bağlıdır. Böylece
dinleyicinin önem vermesi gereken kelimeler hakkında ayrıca bir şey söylenmeden ya da fazla bir çaba göstermeden dikkati çekilebilmektedir.
- Gerektiği zaman ses perdesi değiştirilmelidir. Aslında çocukken sık sık
kullanılan farklı ses perdesi, büyüdükten sonra sadece coşkulu anlarda
kullanılmaktadır. Bunun kullanılmaması konuşmayı sıradan ve monoton kılar. Oysa uygun durumlarda ses perdesinde değişikliğe gidildiğinde bu durum etkili konuşmaya yardımcı olmaktadır.
- Yine gerektiğinde konuşmanın şekli değiştirilmelidir. Konuşmanın şekli
değiştirilerek ifade kuvvetlendirilebilir ya da gerekiyorsa dikkat başka bir
yere çekilebilir. Bu araç konuşmayı canlı ve ayakta tutmak, konuşmaya önem kazandırmak için en iyi çarelerden birisidir. Örneğin, pek küçük, önemsiz bir meblağmış gibi, çabucak ve önem vermeden 30 milyon lira; sonrada ağır bir ses ve duygulu bir şekilde sanki meblağın yüksekliği ve heybetinin altında kalmış gibi 30 bin lira denildiğinde anlatılmak istenen anlaşılacaktır.
- Önemli fikirleri söylemeden önce ve söyledikten sonra duraklamalıdır. Böylece dinleyicinin dikkati çekilerek, konuşmaya tiyatrovari bir hava katılabilir.
Susulacak doğru yer ve zamanı bilmek, en az konuşma içinde sözleri akıllıca kullanmak kadar değerlidir. Gerçekten de susma olayının yeri ve süresi de çok önemlidir. Ne hakkında konuşulduğunu unutturan susmalar pek bir işe yaramayacak;
olumlu değil tersine olumsuz bir etki yaratacaktır.

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

HAYATA YÖN VEREN SÖZLER...

Yeryüzündeki alimler , gökyüzündeki yıldızlar gibidir...
Hz.Muhammed

Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur.
Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir.
Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir.
M.Kemal Atatürk

Aklı ve gerçekleri kullanan bir insan mükemmele erişecektir.
Doğa insanın akıl gücüne bir sınır getirmemiştir.
Condorcet

Doğru düşünce bilgidir.
Bilginin elde edilmesi bizi iyiye ulaştıracaktır.
Eflatun

Tecrübe bütün öğretmenlerin en iyisidir.
Tecrübe bilginin anasıdır.
Publilus Syrus

Bilgiye sahip olarak doğmuş biri değilim.
Öğretmeyi seviyorum ve öğrenmeye çalışıyorum.
Konfüçyüs

Etraflıca çalış , doğru bir şekilde araştır , dikkatlice düşün
Düşündüklerini gözden geçir , ciddi ve samimi bir şekilde uygula.
Konfüçyüs

Birşey bilmediğim dışında başka birşey bilmiyorum.
Birşey biliyorsam , oda hiçbir şey bilmediğimdir.
Sokrates

İşe kesinliklerle başlayan şüphelerle bitirir ,
Şüphelerle başlayan kesinlikliklerle bitirir.
Francis Bacon

Gerçek mutluluk mal ve mülke sahip olmala değil,
Akıl ve erdeme sahip olmakla mümkündür.
Aristo

Deneyiniz , deneyiniz , denemeden hiçbir şeye inanmayınız,
Bilgi güçtür...
Francis Bacon

Eğitimin yapamayacağı hiçbir şey yoktur.Hiçbir şey onun etki alanı dışında kalamaz.
Kötü ahlakları iyiye çevirebilir.Kötü ilkeleri yıkar ve yerine yenilerini koyar.
İnsanları melekler seviyesine çıkarabilir.
Mark Twain

Üç türlü aristokrasi vardır.
Birincisi yaş ve kıdem , ikincisi servet , üçüncüsü akıl ve bilgidir.
En şereflisi sonuncusudur.

Schopenhauer

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Düşük performansa neden olan tuzaklar.


Organizasyonlar açısından lider seçimi, en kritik unsurlardan bir tanesidir. Bu süreci son derece dikkatli bir şekilde geçirmeye çalışan işletmelerin yeni liderlerinden beklentileri de büyük olur. Bu beklenti ile karşı karşıya kalan lider ise, hızlı bir şekilde başarıya ulaşmak azmi ile çalışmalarına başlar.

Ancak araştırmalar gösteriyor ki geçiş sürecinde olan her beş yöneticiden ikisi iki yıl içerisinde başarısız oluyorlar. Bu performans düşüklüğü elbette sadece liderin kendisini değil aynı zamanda etrafında yer alan kişilerin de performansını etkiliyor. Araştırmalar, düşük performans gösteren liderlerin yüzde 60'ından fazlasının şu tuzaklardan birisine düştüklerini ortaya koyuyor:

- Detaylara çok fazla odaklanmak: Başarısızlık yaşayan liderlerin en önemli ortak noktalarından bir tanesi, önemsiz ayrıntıların batağına saplanmış olmaları. Hızlı bir şekilde başarıya ulaşmak isteyen kişi, yeni görevinin bir numaralı bileşeni olmak için gayret gösteriyor. Bu hedefe yoğun bir şekilde konsantre olan lider, tüm detaylarla ilgilenmekten daha geniş kapsamlı sorumluluklarına yeterince dikkat harcayamıyor.

- Eleştirilere olumsuz tepki vermek: Düşük performanslı yöneticilerde gözlemlenen bir diğer özellik, eleştirilere karşı negatif bir tutum sergilemeleri. Kişi, bir önceki görevindeki başarısına dayanarak, kesin bir egemenliğe sahip olduğunu düşünebiliyor. Ancak lider, bu süreçte hayata geçirmek istediği değişimlerin hepsinin diğerleri tarafından çok da hoş karşılanmayacağının farkında olmalı. Lider, kendisine yöneltilen eleştirileri bir gelişme fırsatı olarak değil de bir saldırı olarak değerlendirebiliyor ve bu eleştirileri gerçekleştirenlere misilleme yapmak için yol arayışına bile girebiliyor. Eleştirilerle baş edememesi, liderin zayıf olduğu yönlerini geliştirme noktasından oldukça uzak bir yerde bulunduğunun bir göstergesi.

- Diğerlerinin gözünü korkutmak: Zekalarının parlaklığı nedeniyle organizasyonda yükselişleri kaçınılmaz olmuş ve liderlik rolünü üstlenmiş olan kişiler, çevresindekiler için korkutucu olabiliyorlar. Bu kişiler, başarı planlarından o kadar emindirler ki çalışanlarıyla uyum kurma ve onların desteklerini alma noktasında eksiklikleri söz konusu olabilir.

- Sonuçlara atlamak: Bazı liderler, hızlı sıçramalar gerçekleştirerek, uygulamalarından çok çabuk sonuçlar almayı beklerler. Çevresindeki insanlar için bu kişiler sanki ellerinde hazır formülleri olan, önceden belirlenmiş çözümlerle gelmiş kişiler izlenimi yaratırlar. Bu durum, çözümlerin üretilmesinde diğerlerinin katkısına ihtiyaç duyulmadığı izlenimini yaratabilir.

- Diğerlerinin işine fazlasıyla karışmak ya da yönlendirmek: Rollerinde yeni olan liderler, bir diğer hatayı da diğerlerinin işlerini tam anlamı ile yapamayabileceklerini düşünerek gerçekleştirirler. Bu düşünce ile çalışanların her işine karışan, ayrıntı işlerle uğraşan lider, hem çalışanların üzerinde yoğun bir baskı kurarak motivasyonu düşürür hem de kendi odaklanması gereken ana işleri gözden kaçırıp hata yapar.

Sizlerin de etrafınızda ve organizasyonunuzda bu hatalardan bir ya da bir kaçını gerçekleştirdikleri için başarısız olduklarını gözlemlediğiniz kişiler olmuştur mutlaka. Ve bu hataları yineleyerek başarısız olmaya devam edecekler de olacaktır. Geçmiş örnekler ve yaşanmışlıklar yöneticinin ve liderin gelişiminde çok önemlidir. Geçiş sürecinde olan liderlerin hızlı bir şekilde başarıya ulaşmaya çalışırken yapabilecekleri bu hatalardan korunabilmeleri için her şeyden önce sonuçlar için çok acele etmemeleri gerekir. Geçiş sürecini başarılı bir şekilde atlatan yöneticilerin -hızlı kazanımlara yönelseler bile- bunu uygularken daha farklı bir yol izledikleri unutulmamalı. Bu süreci başarıyla geçirenler, sonuçlara hızlı bir şekilde ulaşılmayı kendilerini ispat etmek için bir araç olarak görmezler. Kolektif çalışmaya önem verir ve bu hızı hep birlikte yaratmayı amaçlarlar. Başarının ekiplerle karşı değil ancak ekiplerle birlikte mümkün olabileceğinin farkında olarak uygulamalarını hayata geçirirler

Tuba İLZE GÖRMEZOĞLU -Dünya

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Benim mutluluk reçetem "insanları seveceksin" ilkesidir

Sevgi öyle bir duygudur ki, verdikçe artar, paylaşıldıkça büyür. Ama aptallıkta aynen öyledir; verdikçe artar, paylaşıldıkça büyür. Üstelik sevgi ile aptallık arasındaki ilişki sadece ikisinin de paylaşıldıkça artmasında, verdikçe büyümesinde değildir. İkisinin arasında çok daha derin, çok daha anlamlı bir ilişki daha var; Sevgi akılla birleşmediği zaman, derhal aptallığa dönüşebilir.

Benim mutluluk reçetem “insanları seveceksin” ilkesidir.
İnsanları seveceksiniz ama karşılıksız seveceksiniz.
Çünkü insanoğlu vefasızdır.
Çünkü siz insanları severken, onlar size her türlü kötülüğü kalleşliği yapabilir.
hem de hemen bugün, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbürgün, ama bir gün mutlaka, hem de çok yakında.
İşte bu nedenle insanları karşılıksız seveceksiniz.
Ancak böyle hem güçlü, hem sevgi dolu ve bu nedenle de mutlu olabilirsiniz.

İnsanları karşılıksız sevmek, ancak güçlü kişilerin marifetidir.
İnsanların hem iyi hem kötü niteliklerini dikkate almadan onları koşulsuz severseniz, yaralanmanız kaçınılmaz olur.
Sevginize karşılık beklerseniz gücünüzü yitirirsiniz!
Başkalarına, hem de sevdiklerinize, yani sizi kırabilecek, sizi incitebilecek kişilere bağımlı olursunuz.

Peki karşılık bekleyerek sevmek aptallık da, kerşılık beklemeden sevmek daha büyük bir aptallık değil mi?
Hem duyguların en güzeli olan sevgini vereceksin, hem de karşılık beklemeyeceksin, bu aptallık değilde nedir? diye düşünüyor olabilirsiniz.
Sevgiye karşılık beklememek aptallık değil!
Neden sevgiden yanayız?
Mutluluk için, yani kendimiz için.
Karşılık beklediğiniz anda, bu güzelliği, bu yüceliği, bu tadı, başkalarının iznine ve acımasızlığına, yani başkalarının denetimine terk etmiş olmuyor muyuz?

Sevgi ile aptallığı birbirinden ayıran en ince çizgi; akıldır.
Sevgi ancak akıl ile buluştuğu zaman bir anlam kazanıyor.
Ve akıllı sevgi karşılıksızdır.
Çünkü iki ya da daha çok insanın her an aynı duygu düşünce ve beklentilere sahip olması, aynı biçimde davranması olanaksızdır.
Başkalarını ve insanlığı, onlar için değil, kendiniz için sevin.
Böylece bitmez tükenmez bir enerji kaynağı emrinizde olacak.
Her işte, her ilişkide bir adım önde olacaksınız.
Çünkü en başta kendinizle, sonra da herkesle barışık ve dolayısı ile mutlu olacaksınız.
Karşılık beklemediğiniz yani akıllı olduğunuz için de, size atılan kazıklar, yapılan haksızlıklar, kabalıklar tepenizden sıyrılıp gidecek.
Kötü insanlar, kin ve nefretleri, küçük hesapları içinde çirkinleşip, mutsuz bir yaşamın içine doğru yuvarlandıkça, siz sevginizin ürettiği güzellik denizinde hem yükselecek hem de yüceleceksiniz.
Yeter ki sevginize layık olmayan hödükleri, centilmen ve uygar insan kılığındaki kişileri, soyut bir insanlık kavramı içinde eritip saydamlaştırmayı bilin.
Bu ise gönlün değil, aklın işidir.
Onun için de sevgi akıldır.

Dünyada karşılıksız sevgi var mıdır? diyorsunuz.
Bize bir örnek göster inanalım, diyorsunuz.

Anne babanın çocuklarına duyduğu sevgi… karşılıksızdır.
Bu akıl ile duyguların bir sentezi değil, doğal bir içgüdüdür.
Doğanın verdiği bu karşılıksız sevgi içgüdüsüne, akıl ile erişilebilir.
Madem ki doğada bir örneği vardır, o halde, insan aklı ile taklit edebilir, yeniden üretebilir.
İnsanları sevin ve onlardan karşılık beklemeyin.
Kendinizi aptal yerine koymadan sevmenin tek yolu budur.
Bunun zor olduğunu biliyorum ama, mutluluğu kim kolay yakalamış ki?

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Hayata dair

Bir saray, yüzler kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte, hakaik-i imaniye (iman hakikatleri) o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba (sebeplere) binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan ıskat ediyor (siliyor). "İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur" der, kandırır.”


Hayat bizim neremizde? Dışımız bir o kadar içimiz ki ve o kadar bizden birisi ki. Hep kapıları zorladık ömrümüz boyunca ve hiç kapımızı çalan olmadı. Kapılar açılmadıkça ısrar ettik durmadan. İnatla savurduk yumruklarımızı boşluğa. Yanı başımızda bir anahtar asılı dururken, öfkemizden göremedik. Öfkemiz mantık melekelerimizin önüne geçmişti. Sonra bir dünya mazeret, bir dünya su-i zanda bulunduk. Heybemizde biriken kötülükleri temizleyecek ne zaman ne de imkân bulabildik…


“Vurmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlâs sahibi olana, zindan ham kişiye.”

Zindanı kendi evimiz bildik. Ömrümüz boyunca toz ve tüyle cebelleştik. İçimizde dev gibi büyüyen umutlarımız hafifçe uçtu elimizden. Beynimizde oluşan kara delikleri sabır, dua ve şükür adreslerine vura vura geçirdik ömrümüzü. Her isyana yönelişimizde bir kez daha döndük aynı adrese. Her döndüğümüzde bulduk acılarımızın tedavisini.

“Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun. Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur.”

Hep pansuman tedavileriyle heba ettik vakitlerimizi. Zaman avuçlarımızdan göçmen kuşlar gibi uçtu gitti. Hayatın içindekilere kafa yorarken çoğu zaman içimizdeki hayattan kopup gittik. İçimizdeki hayatın aslında dışımızdan bir farkı yoktu. Dışımızda olanlar içimize formatlanmıştı. Kodları bulmak hayli zaman aldı. Hayli zaman uğraştık şifrelerle. En sonunda devrin en büyük buluşuyla uyandık bir sabaha. Hayat bir gecelik düştü sadece ve hayat tarlalara eğe kemiğinden tohum ekmekti. Biz atın terkisinde düş uykusunda seyrüsefer eylerken burağın heybesinde sevinç naraları düşlemiştik. Düş uykusu belleklerimizde bir karineydi…


“Bir terazinin her kefesine birer dağ konulsa ve dengelense, bir batman ağırlık o iki dağ ile oynayabilir, yukarı kaldırıp, aşağı indirebilir.”


Öyle de oldu. Hep terazinin bize bakan yanı yukarıda kaldı. “Sözde ağır pahada hafif” şeylerle uğraştık. Hafifleştikçe alçaldığımızı hissedemedik. Hayatı yorumlamaktan ve tanımaktan uzak ve aciz, denge edebiyatı ürettik. Azar azar her iki tarafı da idare ettik. Aslında eridik ve farkedemedik. Buzullarımız yavaş yavaş erirken küresel bir felakete doğru yelken açtığımızı göremedik. Küresel felaketin küresel bir tükeniş olduğu anlayamadık. Yolun da tam ortasında bir aysberge çarpana kadar devam etti bu aymazlığımız. Sonra uyandık. Tam da zamanında. Az daha ateşe odun olmak üzereydik. Az daha bir ömür boyu sevgiliyle buluşma anını elimizden kaçıracaktık.


“İnsan hem mermerdir, hem de onu yontacak heykeltraş.” diyor Alexis Carrel. Gerçek şekli (karakter) almak için vurulan her çekiç darbesinde kıvılcımlar çıksa da, aslında bu kıvılcımlara razı olmak, daha güzel şekli vermeyi kolaylaştırır. Vurulan çekiç darbeleri aslında kendi hazinemize iniyor. Kazanmak bu darbelere katlanmak gayretinde gizlidir. “Rabbimden büyük hediye” diyebilmektir kazanmak. Suya değil, mermere yazmaktır, kalıcı olmaktır kazanmak. Eğer hedef kazanmaksa sonuna kadar mücadele etmeliyiz hayatla ve içindekilerle. Hem dünyamız hem ukbamız için. Hala kollar sıvanmamışsa beyinlere büyük değişimin nüveleri atılmamış demektir. Başarmak isteyen girdiği yolu dönüşü imkânsız hale getirmelidir.


ZEKERIYA EFILOGLU

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

MÜTHİŞ ÖZGÜVEN!




DELİKANLININ ADI

Bir delikanlı şiirlerini, o devrin en büyük yayıncılarından birine göstererek, "Bunları satmak istiyorum" dedi. Yayıncı şiirlere bakıp "Bunları basmam, çünkü hiçbiri beş para etmez" diye genci tersledi.

Delikanlı kendinden emin: "Yazık. Büyük bir serveti kaçırdınız. Çünkü ilerde yazacağım bütün eserlerin telif hakkını size satmak istiyordum."

Yıllar geçti o genç çok büyük bir yazar oldu. Adı da Victor Hugo idi


FAKİR BİR GENÇ

Amerikan iç savaşından hemen önce bir genç bir çiftlikte iş buldu. Adı Jim olan çocuk o kadar çalışkandı ki kısa zamanda herkese kendini sevdirdi.

Bu arada çiflik sahibinin kızına áşık oldu. Bir gün cesaretini toplayıp patronuna kızıyla evlenmek istediğini söyledi. Adam "Senin gibi çulsuz ve şerefli bir soyadı olmayan birine kızımı vermem" diyerek Jim’i kovdu.

35 yıl sonra çiftliğin sahibi samanlığı yıkarken duvarda Jim’in kazıyarak yazdığı adını gördü: James A. Garfield.

O tarihte James A. Garfield ABD Başkanı’ydı.





Siz kendinize ne kadar güveniyorsunuz?
Anlaşılan o ki müthiş bir özgüven duygusu yoksa,muhteşem başarılar da olmuyor.
Önce kendine inanmadan başkası inanmıyor.O zaman öncelik kendimize verilmeli.
En güzel yemek takımları,en güzel eşyalar,en harika ikramlar başkalarına değil,önce kendimize yapılmalı.Kendimizi ağırlamalıyız üç günlük ömürde,mutlu olmalıyız.Kendisini mutlu etmeyi başarabilen insan,başka insanlara da mutluluk dağıtır.Kendiniz için bir şeyler yapmak güzeldir.Biz hep önce başkalarını mutlu etmeye şartlandırıldık.Önce eşim,önce ailem,önce çocuklarım,önce işim,önce,önce,önce diyen mutsuz insan kalabalıkları olduk sadece ve arada kendimizi unuttuk.Halbuki bizim önceliğimiz olmalı,kendi hayatımızı yaşıyoruz çünkü.

Günün sorusu şu:
BU GÜN KENDİNİZ İÇİN NE YAPTINIZ?

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

KENDİNİZİ ÖLÇÜN


Bu test birçok profesyonel kuruluş tarafından insanların iç dünyalarını ve insanlarla ilişkilerini değerlendirmek için kullanılmaktadır. Testin sonuç kısmına bakmadan hemen çözmeye başlayınız. Cevapları geçmişinize göre değil, şimdiki durumunuza göre veriniz.
1. Kendinizi ne zaman en iyi hissedersiniz?
(a) Sabahları
(b) Öğlenden sonra ve akşama doğru
(c) Gecenin ilerleyen saatlerinde
2. Nasıl yürürsünüz?
(a) Hızlı ve uzun adımlarla
(b) Hızlı ve kısa adımlarla
(c) Normalden yavaş ve etrafa bakınarak
(d) Yavaş ve başı eğik
(e) Çok yavaş

3. İnsanlarla konuşurken
(a) Kollarımı göğsümde katlamış olarak dururum
(b) Ellerimi sıkarım
(c) Bir veya iki elimi belime koyarım
(d) Konuştuğum insanlara dokunur veya ittiririm
(e) Kulağımla oynar, çeneme dokunur veya saçımı düzeltirim

4. Dinlenirken nasıl oturursunuz?
(a) Dizler katlanmış ve bacaklar birbirine bitişik olarak
(b) Bacaklar çaprazlanmış olarak
(c) Bacaklarımı uzatarak
(d) Bir bacağımı altıma katlayarak

5. Çok hoşunuza giden bir şey olduğunda ne yaparsınız?
(a) Büyük bir kahkaha atarım
(b) Gülerim ama fazla sesli değil
(c) Bir kerelik gülerim
(d) Sessizce gülümserim

6. Bir partiye veya sosyal etkinliğe katıldığınızda
(a) Herkes sizi fark edecek şekilde gürültülü bir giriş mi yaparsınız?
(b) Sessiz bir giriş yapıp etrafınızda tanıdığınız birilerine mi bakınırsınız?
(c) Çok sessizce girip kimsenin sizi fark etmemesine mi gayret edersiniz?
7. Çok zor bir işe dikkatinizi vermişken rahatsız ediliyorsunuz.Ne yaparsınız?
(a) Bölünmeyi memnuniyetle karşılarım
(b) Aşırı derecede rahatsız olurum
(c) Belli olmaz.Bu iki uç arasında değişken davranışlar gösteririm

8. En çok hangi rengi seversiniz?
(a) Kırmızı veya portakal rengi
(b) Siyah
(c) Sarı veya mavi
(d) Yeşil
(e) Koyu mavi veya mor
(f) Beyaz
(g) Kahverengi veya gri

9. Yatakta uyumadan önceki birkaç dakikada
(a) Sırt üstü yatıp uzanırsınız
(b) Karnınızın üstüne yatıp uzanırsınız
(c) Hafif kıvrılmış olarak yan tarafınıza yatarsınız
(d) Başınızı bir kolunuzun üzerine koyarsınız
(e) Başınızı yorganın altına kapatırsınız

10. Rüyanızda genellikle
(a) Düşersiniz
(b) Kavga eder veya tartışırsınız
(c) Birilerini veya bir şeyler ararsınız
(d) Uçar veya yüzersiniz
(e) Genelde rüya görmezsiniz
(f) Rüyalarınız daima hoştur

Puan Hesabı

1.
(a) 2
(b) 4
(c) 6

2.
(a) 6
(b) 4
(c) 7
(d) 2
(e) 1

3.
(a) 4
(b) 2
(c) 5
(d) 7
(e) 6

4.
(a) 4
(b) 6
(c) 2
(d) 1

5.
(a) 6
(b) 4
(c) 3
(d) 5
(e) 2

6.
(a) 6
(b) 4
(c) 2

7.
(a) 6
(b) 2
(c) 4

8.
(a) 6
(b) 7
(c) 5
(d) 4
(e) 3
(f) 2
(g) 1

9.
(a) 7
(b) 6
(c) 4
(d) 2
(e) 1

10.
(a) 4
(b) 2
(c) 3
(d) 5
(e) 6
(f) 1

Şimdi puanlarınızı toplayınız.

60 PUAN VE ÜZERİ:
İnsanlar sana kırılgan bir eşya muamelesi yapıyorlar. Kibirli, bencil ve aşırı baskın birisi olarak görülüyorsun. İnsanlar size hayranlık duyup sizin gibi olmak isteyebilirler ama size her zaman güvenmezler ve sizinle çok yakın ilişkide olmaktan kaçınırlar.

51 - 60 PUAN:
İnsanlar sizi heyecan verici, havai, düşüncesiz yapıda, doğal liderlik özellikleri olan, her zaman doğru olmasa da hızlı karar veren birisi olarak tanırlar. Seni cesur, maceraperest birisi olarak tanırlar; her şeyi bir kez denemek isteyen, macera yaşamak için fırsatları kaçırmayan birisi.. Yaydığınız heyecandan dolayı insanlar sizinle ayni iş yerinde yasamaktan zevk alırlar.

41 - 50 PUAN:
İnsanlar sizi taze, canlı, çekici, eğlendirici, pratik ve daima ilginç birisi olarak görürler; her zaman ilgi odağı olan ama çok aşırıya kaçmayacak kadar da dengeli birisi.. İnsanlar sizi ayrıca iyiliksever, düşünceli, anlayışlı ve kendilerini neşelendiren ve rahatlatan birisi olarak tanırlar.
31 - 40 PUAN:
İnsanlar sizi mantıklı, ihtiyatlı, dikkatli ve pratik birisi olarak görürler. Sizi zeki, yetenekli ve hünerli ama alçak gönüllü olarak tanırlar. Çok hızlı arkadaşlık kurmayan, ama arkadaşlarına karşı çok sadık olan ve onlardan da aynı şeyi bekleyen birisiniz.



Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

22 Mayıs 2009 Cuma

Kelimelerin sınırsız gücü

 

Rezil de eder vezirde

KELİMELERİN   SINIRSIZ  GÜCÜ

İstesek de istemesek de, dilin büyülü gücü altında yaşıyoruz.  Dil hem bir dert hem de mutluluk olabiliyor. O olmadan varlığımız için gerekli olan bilgiyi ne alabiliriz, ne de diğerleriyle paylaşabiliriz. Ancak, dilin güçlü bir yanı da var; onu ikna etmek için de kullanıyoruz. Dil, akıllıca kullanıldığında, insanlara istenileni söyletmek, yaptırtmak ya da düşündürmek hiç de zor olmuyor. Bu konuda pek çok denenmiş teknik uygulanıyor ve çoğunda da elde edilen sonuçlar sanıldığından çok daha başarılı oluyor.

 

Doğaüstü bir güç : “Dil”

Dilin üzerimizde bu kadar etkili olmasının tek nedeni, bizlerin kolay aldanır yaratıklar olmamız değil... Dil, özellikle de yazılı kelimeler, bizi ilginç, hatta doğaüstü bir güçle çekiyor. Dilin ilk ortaya çıkışından binlerce yıl sonra bile, farkında olmasak da, bir düşüncenin konuşulduğunda ya da yazıldığında daha önemli hale geldiğini düşünüyoruz.

 

“Günah keçisi” nereden geliyor?

İnsanların dili doğaüstü güçlerin bir aracı olarak kullandıklarıyla ilgili ilk yazılı kanıt, 5 bin yıl önce yasamış bir İsrail kavmiyle ilgili olanı... Buna göre, sözü geçen kavmin, her yıl bir keçinin çevresinde toplanıp,  geçmiş yıl boyunca işlenmiş günahlardan söz ediyor. Kabilenin günahlarıyla böylece lanetlenen keçi, boğucu sıcağın olduğu göle bırakılmak yoluyla kurban edilip kabilenin günahlarını temizliyor. İşte, "günah keçisi" ifadesi de buradan geliyor.

 

Yazılı kelimelerin gücü

Birkaç bin yıl sonra, içlerinde ilk İngilizlerin de olduğu Germen kabileleri, lanetlerini tahta parçalarına yazıyorlar ve bunları kurbanlarının evlerine gizlice koyuyorlardı. Bu yazılı kelimelerin kötü güçlere sahip olduğu ve lanetlenen zavallı insanların kısa bir sure içinde aniden ölecekleri düşünülüyordu. Lanetlendiklerini bilenler, bedduanın etkisiyle olmasa da, korkudan ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yakalanabiliyorlardı.

 

Günümüzde bile insanlar kelime­lerin gücüne çok inanıyorlar

Dini inançla hastalıkları iyi etmeye çalışan kişiler, müritlerini etkilemek ve mucizevi iyileşmeler meydana getirmek için kelimenin gücünü kullanıyorlar. Hastalıklı bölgeye sessizce dokunmak yerine, gizemli ve toplu telkin yaratmak amacıyla dua etmeyi tercih ediyorlar. Kuzey Amerika'nın Komançi Kızılderilileri arasındaki bir inanışa göre de, yetişkinler, Koman­çi olmayanlara kendi dillerini öğretmeye çekiniyorlar. Çünkü geleneğe göre, eğer onlardan olmayanlar dili öğrenirlerse, kabilenin gücünü de el­de etmiş oluyorlar.

 

 Jargon (belirli bir grubun kullandığı dil) sergileyenler

Modern toplumdaki kabileler -ya da alt kültürler-, dili diğer kabileler üzerinde bir üstünlük hissi yaratmak için bir şifre olarak kullanıyorlar. En son doktora gittiğiniz günü düşünün... Büyük ihtimalle anlamadığımız bazı kelimeler duymuş olmalısınız, zaten doktor da onları anlamayacağımızı bilir. Böyle jargon (belirli bir grubun kullandığı dil) kullanan doktorlar, avukatlar, politikacılar, bankacılar, bu dille size doğaüstü bir yetenek düzeyi sergilemeye ve üstünlüklerini göstermeye çalışıyorlar.

 

Argonun dik alası: Şifreli sözcükler...

Elbette, toplumun diğer kesimlerinde de konuşma sırasında çeşitli şifreler kullanılıyor. Yasadışı iş yapanlara hemen hemen hepsinin bir şifresinin olmasının nedeni, planlarının anlaşılmasının engellenmesi… Güney Amerika'daki bir şifre, tüm kelimeleri tersinden hızlıca okumayı içeriyor. Bir Fransız suçlu şifresi de, her sesliden önce "av" hecesi getiriyor. Bir Alman şifresi, her heceyi ikinci kez tekrar ediyor ve tekrarlanan hecenin ilk harfini "b" ile değiştiriyor...

 

"Hagadigi, siginegemagayaga gigidegeligim..."

Tüm dünyada, çocuklar, yasadışılar ve satıcılar arasında giderek yayılan farklı bir dil var "Ara sokak argosu"... Türkçe içinde henüz pek yaygın olmayan bu konuşma türü, tersinden okunan kelimelerden oluşuyor... Örneğin; "atrogis" sigorta, "ıtnılaç" çalıntı, "patik" kitap, gibi... "Kuş dili" de bu tür ara sokak argosundan sayılıyor. Bunda, her kelimenin heceleri arasına fazladan "gi", "ge" ya da "ga" gibi bir hece ekleniyor. Örneğin; "Hadi, sinemaya gidelim..." cümlesi su hale geliyor: "Hagadigi, siginegemagayaga gigidegeligim..."

 

Hagadigi A.S.P.A.V.A.

"ilk harfle konuşma" da bu tip argo lehçelere bir örnek... Sik sık duyduğumuz "A.S.P.A.V.A.", "Al­lah sağlık, para, ask versin, âmin" in acilimi olarak Türkçede de kullandığımız bir cümle... Ne var ki, bu tür argo lehçeler, daha çok İngilizce ve Fransızca konuşan ülkelerle, Java'da ve Tayland'da kullanılıyor...

 

Stratejik önem taşıyan şifreler

Özellikle ulusal kargaşa ve savaş zamanlarında, şifreler stratejik amaçlar nedeniyle çok önemli bir rol oynuyor. İskoç Kraliçesi Mary'nin kafasının kesilmesinin nedeni, işbirliği yaptığı suikastçı Anthony Babbington'a gönderdiği gizli mesajların bir İngiliz saray mensubu tarafından çözülmesiydi... Napolyon'un Leipzig ve Waterloo yenilgilerinin nedeni olarak son derece karmaşık şifreler gösteriliyor. Napolyon'un şifreleri o kadar anlaşılmazdı ki, kumandanlar bunları çözememiş ve verilen emirleri doğru olarak yerine getirememişlerdi. II. Dünya Savaşı sırasında Midway'deki Japon filosunu dağıtan Amerikan donanması, bunu Japonların "imparatorluk" şifresini çözerek başarmıştı...

 

Propaganda

Savaş zamanında,   hükümetler hem kendi hem de düşman ülkelerindeki halkı etkileyecek ve biraz da kafalarını karıştıracak konuşmalar yapıyorlar. Halkı kontrol etmek için kullanılan çeşitli dil teknikleri "propaganda" (bugünlerde "genel bilgi" olarak tanımlanıyor) terimi altında toplanıyor. Aslında propaganda, mükemmel bir "euphemism" (kaba veya ağır bir söz yerine aynı anlamı veren daha hafif bir söz) örneği oluşturuyor. Propagandacıların en önemli iki ana aracından biri de bu zaten... Diğer önemli araç ise duygusal dil... Propagandacılar bunu kullanarak, halkın rakip hakkındaki fikrini doğrudan etkiliyorlar.

Tüm zamanların en etkili duygu­sal sloganı, Fransız Devrimi sırasında Cumhuriyetçilerin kullandıkları "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" ti. I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar, kendilerini Almanlardan duygusal olarak uzak tutabilmek için lahana turşusunu (sauerkraut) "liberty cabbage" (özgürlük turşusu), hamburgeri ise "Salisbury steaks" (Salis­bury biftekleri) olarak değiştirmişlerdi. Winston Churchill'in konuşmaları, Müttefiklerin ruhu için mucizeler yaratmıştı. Çoğu insan onun "Size kan, yorgunluk, gözyaşı ve terden başka sunacak hiçbir şeyim yok" sözünü hala hatırlıyor.

Günümüzde, savaşa bilimsel ve mantıklı bir olay olarak bakılıyor. Bu nedenle Vietnam ve Körfez savaşları için "yaprakların dökülmesi", "cerrahi müdahale" ya da "etkisini yok et­mek" gibi terimler kullanılmıştı. 1930'larda bile Stalin, Sovyetler Birliği’ndeki milyonlarca insanı, "devrim karşıtı eğilimleri yok etmek" maskesi altında öldürmüştü. II.Dünya Savaşı’nda Hitler'in "Nihai Çözüm”ü bir propaganda şaheseriydi. Milyonlarca insanın öldürülmesini, bir matematik işlemine indirgemişti...

 

Reklam dili

Aynı düşüncenin daha az yaralayıcı kelimelerle anlatılması, reklam sektöründe de sıkça kullanılan bir yöntem... Çevremize söyle bir baktığımızda pek çok örnek görmemiz mümkün; insanlar şişman değil "toplu”lar ya da "kilolarını takip etmek zorunda olanlar”. Kokmuyorlar, ancak "vücut kokuları" var. Yaşlı değiller, "yetişkin”ler ya da "altın yılları”nı yaşıyorlar. “Kel” değiller, sadece "saçları dökülmüş"...

Bu tip konuşmalara her dilde rastlamak mümkün... İsveç hükümeti, yardım ettiği yoksullara “ücretli tüketici” demek istemiş, ancak herkes tarafından komik bulunduğu için teklifi geri çekmek zorunda kalmıştı. Fransa'da pişmiş kestaneye "kış kırlangıcı" deniliyor. İtalya’daki genç kızlar, "aile dostu" olarak adlandırılıyorlar. Türkçede ise "kaşık düşmanı" dendiği gibi...

 

Pazarlama dili

Reklamcılar, ilgimizi çekebilmek için bir başka dilbilim kavramı ortaya attılar: Güçlü kelimeler... Onlarca yıllık deneyim, reklam uzmanlarına belli kelimelerin, ne kadar çok kullanılmış olurlarsa olsunlar, insanları daha fazla etkilediğini öğretti. Bu liste, yapana göre biraz değişse de, en azından şu sekiz kelimeyi liste dışı bırakmak imkansız: "Yeni", "geliştirilmiş", "zamanla iyiliğini kanıtlamış", "doktor tavsiyeli", "mucize" ve "şimdi"…. Her gün karsımıza çıkan reklamların çoğunda bu kelimelerden en az biri yer alıyor…

 

Bilinçaltı

Farklı sözcükler kullanma, propa­ganda ve jargonla birlikte, bu güçlü kelimeler bizi bilinçaltımızda yakalayarak, belli yönde düşünmemiz ve hareket etmemiz için bizi kandırıyorlar. George Orwell, ünlü eseri "1984"te, geleceğin devleti tarafından yaratılmış sınırlı ve kontrollü kelimelerden oluşan bir dilden söz ediyordu. "Newspeak" adını verdiği bu dilin amacı, "resmi ideolojinin prensiplerinden ayrılan, yani kabul olunmuş doktrinlere aykırı bir düşünce yaratmak"tı. Bu, gerçekte imkansızdı; en azından, düşünce sözlere bağlı olduğu sürece... Orwell'in "1984"teki görüşü henüz gerçekleşmesede, O, dilin üzerimizde kabul etmek istediğimizden çok daha etki­li olduğunu bilmişti …

 

Şeytan ayrıntıda mı gizli? Yoksa ayrıntılar mı şeytanlık yaptırır?

Günlük hayatta kullandığımız kelimelerde saklanan “şeytan ve cehennemin izleri” birer birer keşfedilip imha ediliyor… ABD’nin Texas eyaletindeki Kleberg kasabasında, bakkal Leonale Canales, “hello” kelimesinin, içindeki “hell” (cehennem) sözcüğünden türediğini keşfederek (!) belediye meclisine ihbar etti. İhbar üzerine inceleme yapan meclis, oybiriliği ile “hello” yerine içind “heaven” (cennet) kelimesi olan “heaveno” sözcüğünün kullanılmasın karara bağladı., Şimdi Canales, “Hello”da cehennemi görebiliyorum, kendisini ‘o’ harfi ile gizlemiş” diye kendini savunuyor…

16 Mayıs 2009 Cumartesi

ADANIZ VAR MI ?

Thomas cook, bir araştırma gezisi sırasında atlas okyanusu nun ıssız bir yerinde milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgaları arasına kendilerini atarak intihar etmektedirler!

Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler, ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler.


Yıllar suren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu; kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın bir deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar. insanların yokluğunu bile fark etmedikleri ada kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez bir durağıdır. kuşlar binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler ve uzun ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler.


Peki ya siz...


Sizin hiç bir adanız oldu mu? yaşamın uzun göç yollarında size bir yudum taze soluk verecek, yolunuza dinç olarak devam etmenizi sağlayacak bir adanız var mı? bir gün yerinde bulamazsanız, ille de ulaşmak ve sığınmak için başınızın döndüğü, dengenizi yitirinceye kadar çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi kendinize? sınırsızca her şeyi paylaşabileceğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak kadar güven duyduğunuz bir arkadaş, size daima huzur ve mutluluk verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi?


Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize... size gelen, sizin gittiğiniz, sizi bulan, sizin bulduğunuz kaç adanız var çevrenizde? kaç tane durup nefeslendiğiniz ada yaratmışsınız kendinize.

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Öyle çok sevin ki........



Hayatta vazgeçemeyeceğiniz şeyleri
sıralarken sevgilinizin adını
söyleyebiliyor musunuz? “Her şeyden vazgeçerim AMA ondan asla”
Diyebiliyor musunuz? İşte ancak O zaman gerçekten seviyorsunuz demektir.
Çok sevin, çok sevmekten korkmadan sevin. Korkuyla aşk bir arda olmaz.
Korkunun başladığı yerde aşk biter.

Öyle çok sevin ki; güne onunla başlayın. Yanınızdaysa, uykudan uyanır
Uyanmaz “SEVGİLİM” deyip sarılın. Öyle çok sevin ki; yanınızda
değilse uyanınca aklınıza gelen ilk düşünce O olsun. Yatağınızdan kalkıp
güne doğru ilk adımlarınızı attığınızda dudaklarınızda onun adı olsun.
Yüreğiniz gün boyu sadece onun için çarpsın.

Öyle çok sevin ki; pencerenizi açtığınızda onun kokusu girsin içeri.
Doğadaki tüm çiçekler sevgiliniz koksun. Çekin içinize kokusunu,
hücrelerinize yayılsın.

Öyle çok sevin ki; rüzgar olsun essin, güneş olsun açsın, yağmur olsun
yağsın. Bugününüz olsun, yarınınız olsun, her şeyiniz olsun. Siz onsuz
olmayın, O DA sizsiz. Ağladığınızda, güldüğünüzde yanınızda olsun. Öyle
çok sevin ki; kaybetme korkusu sizi deli etsin. “Sen gidersen ruhum
DA seninle birlikte gider” diyecek kadar çok sevin. Onu her şeyiyle
Kabul edecek kadar çok sevin.

Öyle çok sevin ki; yıllar yıllara eklenirken, şöyle bir geçmişi yoklamak
için geriye dönüp baktığınızda başınıza gelen iyi şeyin O olduğunu
düşünebilin. “Ya O olmasaydı, nasıl geçerdi bu hayat?”
Diyebilin.

Öyle çok sevin ki; ömrünüzü onun yoluna adayabilme cesaretini bulun
Kendinizde. “Yoksan, yokum ben de” diyecek kadar çok sevin.
Öyle çok sevin ki; onsuz geçirdiğiniz her gün kaybınız olsun. Geri dönüp O
günleri getirmeniz mümkün değil AMA, bir sonra ki günü iki günlük
yaşayın. O olmadan geçirdiğiniz zamana hep yanın.

Kimi severseniz sevin, AMA çok sevin. Yarım yamalak sevdalar uzak olsun
Size. Bir koca yıl var önünüzde. Sevmeyi seçmek sizin elinizde. Aşk, bir
Yere gitmiyor, dibinizde sizi bekliyor. Bu yıl hayatınızda sevebileceğiniz
Biri olsun. Aşk olsun………..
alıntı

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Her şeyi çürütür zaman..


Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, hayatın hay huyundaki vasat gündemlerle örtüşmez…Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz.

Kalplerimizdeki düşleri üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar.

O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamayı kanıksamamız gerekir.

Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap sormaya hakkı vardır.

Sonra kalplerinizin kuytu yerlerindeki sığınaklarda kendi kendimize telkin ve terapi seans-larıyla bekleriz…Bekleriz…İnsanı, aşkı, olmayı, onarılmayı ve zamanın açtığı yaraları yine zamanın sarmasını bekleriz.Düşlerimizin başucunda bir tüfek gibi dikilerek bekleriz. Küçük nehirlere burun kıvırır ve hep okyanuslara ait olduğumuza inanırız…

Düşüp kaldığımız ya da itilip unutulduğumuz derin, karanlık kuytularda sabırsız ve tedirgin kederlerle beklerken, küçük sevinçler, küçük yolculuklar hep bir kenarda durur, hep erteleriz…O kitabı sonra okuyacak, akşam yürüyüşlerine sonra çıkacağızdır; hele şu işimiz de bitsin, filancalar gelip gitsindir, elbette zaman olacaktır...Her şey, her şey yoluna girdiğinde yapılacak, söyleyeceklerimiz bile sonra söylenecektir.Sonra...Sonra!

Derken zaman, yani o büyük ve gizemli güç, hayatın düşlerimizin gerisindeki kırıntılar olduğunu anlatır bize.

Belki okyanuslara gider, kasırgalarla boğuşur, ama bir damlaya yenilip döner ve zamanın, hep ertelediğiniz ne çok şeyi nasıl öğüttüğünü, küçümsediğimiz nehirleri nasıl kuruttuğunu; ihmal ettiğimiz küçük sevinçlerin, sevgilerin nasıl solduğunu ve ileride, bir gün yürümeyi düşündüğünüz ıssız yollara devasa binaların inşa edildiğini fark edince, tıpkı bir İspanyol atasözünde olduğu gibi,“Don Kişot olmaya giderken, evimize bir Şanso Panço olarak dönmek”le kalmayıp, burun kıvırdığımız o küçük şeyleri de büsbütün yitirdiğimizi görürüz.

ertelediğiniz düşlerinizi gerçekleştirmek için geriye döndüğünüzde umarım herşeyi bıraktığınız yerde bulursunuz...

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

İDDİALI OLUN VE HEDEFLERİNİZİ BAŞARIN...

Onları diğerlerine eşit ve değerli olduklarını düşündüren şey nedir? “Kimlikleri” elbette; yani kendilerini algılayış biçimleri. Geçmişimiz, yetiştirilme tarzımız, genetik kodlarımız ya da eğitimimiz ne olursa olsun, hepimiz kimliğimizi değiştirebiliriz.

Kimliği biçimlendirmenin temel bileşenlerinden birisi iç konuşmalardır. İç konuşma, kaydedilmiş bant kayıtları gibi zihnimizde sürekli tekrarlanan mesajlardır. Bir an için bunun anlamını düşünün. Aşağıdaki durumları yaşadığınızda kendi kendinize ne diyorsunuz?

Hata yaptığınızda (“Hay Allah, salağın tekiyim ben” mi “Bunu yapabilirim” mi?) Zor bir işin üstesinden geldiğinizde (“Vay, amma da şanslıyım” ya da “Çok zekiyim, çok”) Övgü aldığınızda (“İndirimden aldığım eski bir gömlek sadece” ya da “Ya evet, ben de seviyorum”) Başarısız olduğunuzda ( “Bunu yapmayı asla başaramıyacağım” ya da “Hımm, bu işe yaramadı –başka nasıl yapılabilir acaba?”)

İnsanlar özgüvenlerini kendilerine başarıyı içselleştiren mesajlar (Heyoo, başardım! Bu bende yetenek olduğunu gösteriyor) ile başarısızlığı dışsallaştıran (Kişisel bir şey değil, sadece kötü gününde) mesajlar yollayarak oluştururlar. Özgüvenimizi olumlu ya da olumsuz anlamda kimliğimizi doğrulayan iç konuşmalarımızla pekiştiririz.

“Benim neyim eksik ki?” görüşünü geliştirmek, iç konuşmanızı etkin biçimde yönetmenizle başlar. İç mesajlarınıza dikkat edin. Olumsuzlarsa, değiştirin ve yerlerine olumlu olanları koyun. Bu mesajları önce yüksek sesle söyleyin, sonra da zihninizde tekrarlayın. O eski ve yararsız mesajların yerini alıp yeni kimliğinizin parçası olana kadar bu mesajları tekrarlayın. Eski alışkanlıkları değiştirmek yaklaşık sekiz haftalık etkin uğraşı gerektirir; bu nedenle aksatmadan bu süreye uyun. Sonuçta, onlarca yılda yerleşmiş bir süreci tersine döndürmeye çalıştığınızı unutmayın.

Kendinizle yaptığınız konuşmaları etkin biçimde denetim altına almanız kendiniz hakkında sahip olduğunuz inançları değiştirecektir. Dahası, inançlar edimleri etkilediğinden, davranışlarınızın da değiştiğini göreceksiniz. Daha güvenli olacak ve diğerleriyle denkliğiniz konusunda daha “eşitlikçi” bir görüş edineceksiniz.

Kendiniz ve fikirleriniz konusunda güven duygunuzun arttığını hissettiğinizde, kendinizi daha etkin ve iddialı biçimde ifade etmenize yardımcı olacak bazı yetenekler geliştirmeniz gerekir.

İddialı insanlar görüşlerinin duyulduğu duygusuna sahiptir, çünkü güç mesajları karşılarındakilerin kişilik zırhlarını kuşanmalarını gerektirmeyecek biçimde iletebilirler. Bunu yapmak biraz pratik gerektirir, ama hiç de
zor değildir. İddialı kişileri bunu yaparken tarafsız bir dil ile “Ben” dili karışımını kullanırlar.

İşte iddialı iletişim için size basit bir reçete:

Bir seferde sadece tek bir konuyu ele alın. Karşınızdakini yaralama ya da lafı ağzına tıkayıp zafer kazanma arzunuzu bastırın. “Sen” dili yerine “Ben” dilini kullanın. Dilinizi “Hep” ya da “asla” gibi sözcükler dahil, kışkırtıcı ya da duygusal ifadelerden arındırın. Kişiye değil, olaya ya da davranışa odaklanın. Fark ettiğiniz ya da doğru bildiğiniz konular hakkında konuşun. Davranışın siz dahil insanlar üzerindeki somut ve soyut etkilerini açıklayın. Gerçekleşmesinden hoşnut olacağınız şeyleri ifade edin. Dinleyin ve karşınızdakilere temel ölçüde saygı gösterin

Olumlu iç konuşma ve iddialı iletişim becerilerini birlikte kullanabilirseniz düşlerinizi gerçekleştirme ve ilişkilerinizi geliştirme yolunda ilerlemeye başlarsınız.

Unutmayın, başarısızlık sadece işe yaramayan yöntemlerden biridir, öyleyse kaybedecek neyiniz var ki?

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

İç Gücünü Tanımak .




İçimizdeki gücün anlamı, duygularımızı daha iyi kont­rol altına alarak onları maniple etmek değildir. Aksine onları kendi akışına bırakarak bizi, hiç tanımadığımız alanlara götürmesine izin vermektir. Bazen duygular öylesine bek­lenmedik yerlerde bize mesajlar verir ki, gittiğimiz bir yerde üç dakikadan fazla kalmayı düşünmediğimiz halde epey bir süre kalabiliriz çünkü o deneyimden alacağımız bir ar­mağan vardır. Yaşadıklarımızdan hoşnut olmasak bile bu süreci yaşarız.

Duyguların mesajını anlama yetisini kazandıkça, onların yoğunlaştığını hissederiz. Aslında bu yoğunlaş­ma, duyguları tanıma ve duygularla işbirliği yapma kapasitemizin arttığının göstergesidir. Bedenin bize verdiği işaretleri bile anlamaya başlarız. İlaç ya da hap çö­zümler bularak belirtileri ortadan kaldırmayı düşün­meyiz o zaman. Hastalıkların belirtilerinin duygusal şif­resini anlamaya başlarız. Duygularımızın rehberlik et­mesine izin verdikçe de duygusal netliğimiz artar.

Duygusal gelişim, olumsuz olarak nitelenen duygula­rın ortadan kalkması değildir. İçinde yaşamı barındıran bir gölde yosun da vardır, balık da. Böcek de vardır, çiçek de. Yosun ve böcek kötü, balık ve çiçek iyi mi? Balığın ve çiçeğin, o yosundan ve böcekten beslendiğini unutmayalım. Bu göl bazı mevsimlerde berrak görünür, bazı mevsimler­de bulanıktır. Tüm bu bulanık ve berrak zamanlar gölün canlı kalmasını sağlar. Bulanık zamanlar, özellikle ilkba­har ve sonbaharda yosunun artış zamanıdır. Balıkları ve çiçekleri besleyen böceklere gereken besini temin etmek içindir.

İnsanın içindeki gücü tanıması, onu diğer insanlardan üstün kılmaz. Sadece kullanabileceği kaynaklar, kendisiyle, başkalarıyla ve evrenle iletişimini arttırır. Tıpkı ya­bancı bir dil bilmenin yararları gibi. Bu insanın kendi doğası­nın dili. İngilizce, Fransızca öğrenmek için verdiği zaman ve emek kadarını bile hak etmiyor mu? Birbirinin dilini bilmeyen iki insan, neyle anlaşıyor? Duyguların diliyle. Aynı dili konuşmayan iki insan âşık oluyor. Hangi dille ile­tişim kuruyorlar? Duyguların dili gerçektir, değerlidir, ya­rarlıdır.

Duyguların dili, insanı ruhsal boyutlarının derinlik­lerine götürür. Ruhunun karanlık bölgelerindeki çığlığın sesi ancak duygularla hissedilir. Derin soruların, derin bağ­lantıların, derin acıların, derin dehanın bütünle olan bağlantıları duygularla bulunur. Bizleri Bir Olanla bir­leştiren her şey duyguların kodlarını çözmekten geçer. Gerçek Spiritüellik budur.

Spiritüellik, mükemmel olmak, dokunulmaz üstün in­san olmak değildir. Bazı düşünsel, duygusal, cinsel, davra­nışsal yasakların spiritüel öğreti olarak sunulduğu, bazı duyguları hissetmenin günah olduğu bir yaşam değildir. Spiritüellik, çekinmeden kendine ve başkalarına düşme kalkma iznini vermektir. Bu derin anlayışa ulaşmak için tüm yaşamla, tüm diğer insanlarla, hayvanlar­la, bitkilerle, evrenle bağlantımız olduğunu hissetme yolculuğudur spiritüellik. Spiritüelliği Anadolu kültüründe en iyi Bektaşi felsefesi anlatır. Bu Bektaşi ruhudur. Derviş gönüllüdür bazı insanlar. Özgürlük içindedir der­viş. Yaşamdan keyif alır. İnsanlar düşe kalka bir yolculuk içindedirler. Bazen egolarına yenik düşerler. Kendimizle mücadelede yenik düşeriz ama kendimizi bıraktığımızda kazandığımızı fark ederiz.

Hayatınız gittikçe daha haz, neşe, doyum anlarıyla dolu olu­r. Hayat anlarını hangi duyguların eşliğinde dolduraca­ğınızı, davranış seçimlerimizle belirleriz. Zaten yolumuzdan çıktığımızda duygularımız feryat eder. Bu yolda yürürken, başka insanların yolculuklarında onların acılarına, öfkelerine, suçluluk duygularına, mutlu­luklarına, sevinçlerine, hazlarına daha duyarlı hale geldiği­ni fark ederiz. İnsanların bağımlılıklarını, yalnızlıkları­nı, bedenlerinden kopma anlarını, inatçılıklarını, yadsıma­larını, iyileşmeye karşı isteksizliklerinin ikincil kazançları­nı, incinmelerini, aynı sorunları tekrar ve tekrar yaşadık­ları halde yardımı reddetmelerini anlayabiliriz.

Bunların hepsini biz de yaptık ve eskisine göre seyrek ara­lıklarla olsa da yapmaya devam ediyoruz. Her karanlığın bir aydınlığa çıktığını bilirsiniz. Kimsenin gerçekte kurban olmadığını, doyum bulduğu bir çıkarından vazgeçmek istemediği için kurban rolü oynamaya devam ettiğini göre­biliyoruz. Artık kendinin kendine, başkalarının kendileri­ne söylediği yalanların savunma mekanizmalarını anlaya­biliyoruzdur. En azından kendimize söylediğimiz yalanlara, ken­dimizi kandırmacalara artık inanmayız. Yine de arada bir kendimizi kandırmaya çalıştığımıza şahit oluruz.

Bilinçli ya da bilinçsizce duyguların armağanına ulaşmaya çalışıyoruz. Bilinçli olma bize daima daha hızlı yol aldırır. İnsanları kurtarmaya çalışma! Belki onların ihtiyacı budur. Hazır olduklarını hissettiğinde ve talep ettiklerinde yardım elini uzat. Acı, ancak deneyimlendiğinde ve anlaşıldığında son bulur. Sevdiklerinin acılarını dindirmeye çalışma. "Mer­hametten maraz doğar" sözünü hatırla. Ama güçlerini, netliklerini, duyarlılıklarını artırmaları, kendi derinliklerinde yolculuk etmeleri için onları daima destekleyin.

İnsanların acılarından ne kazandıklarını asla bilemeyiz. O acılara katlanmayı sürdürdüklerine göre ihtiyaçları vardır. Herkesin içinde değişme kapasitesi var. Değişmeyi ve iyileşme zamanını kişi kendisi seçiyor ya da seçemiyor. Düşüncelerinin, duygularının, davranışlarının, sanat anlayı­şının, müzik seçimlerinin, hayallerinin, meditasyonunun, okumayı seçtiği kitapların, izlediği filmlerin, egzersiz yollarının, dan­sının, kahkahalarının, uyku düzeninin, beslenmesinin, ruh­sal birikimlerinin, duygusal realitesinin, zayıflıklarının, gelişkin boyutlarının, kızdıklarının, sevdiklerinin hepsi kişinin kendisi oluyor.

Gerçek Ruhsal Zekâ, kendini tanımadığının farkında ol­manın ve kendini merak etmenin bilincidir. Kendini bilen Evreni bilir, kendini bilen Tanrıyı bilir. Duyguların şif­resine ancak merakla ulaşabiliriz. Duygularını muhteşem bir balo elbisesi yaratmanın malzemeleri olarak düşün. Bu malzemeleri en uygun ve uyumlu biçimde dikerek kullandığında gerçek elbiseni giyebilecek, nihai amacını bulabileceksin. Bu sihirli balo elbisesi Sevgi'nin anlayışıdır. Sevginin Yüksek Bilincimizle buluşmak ve Yüksek Ben­liğimizi deneyimlemek olduğunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmayalım.

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

ÖZGÜRLÜK.



Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır…
Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır…
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur..

Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir…
Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz…
Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar,
Ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır…
Sıkıca yumruk yapmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz…
Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz
Aslında bu maymunun tutsak eden hiçbir şey yoktur onu sadece,
Onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir…
Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır…
Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki
Bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür…
Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey,
Arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur…
Tüm yapmamız gereken elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri,
Serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır…
Ben, maymuna benzer yanımız olarak sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmiyor oluşumuz olduğunu düşünüyorum:
Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20–30 kat büyük evlere sahip olmak,
Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
Bize günde 3–5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,
Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak tabiri caizse yorgunluktan hasatimizi çıkaracak deniz kenarına yakin bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
Bize hiç bir faydası olmayan ama her fırsatta hava atabileceğimiz büyük yerde tanıdıklara sahip olmak,
Faizi, getirisi zarara uğramasın diye kıyıp harcanamasa bile bol sıfırlı bir banka defterine sahip olmak,
Dünyalarına ve güzelliklerine katılamadığımız, asla yeterli vakit ayıramadığımız basarili ve diğerlerininkinden daha güzel çocuklara sahip olmak,
Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takimi taraftarlığına sahip olmak,
Sağlığımıza, düzenimize, beynimize korkunç zararlar verse bile envai çeşit içkilerin bulunduğu gösterişli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,
Oturmadığımız koltuk takımları,
İzlemediğimiz dev ekran televizyonlar,
Kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha neler nelere sahip olmak...
Ya da sahip olduğumuzu sanmak.
Maymun gibi avucumuzda tuttuğunuz surece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vaz geçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...


Pencereniz kirliyse, dışarı çıkıp manzarayı parlatmanız boşunadır...

Kim üzebilir seni, senden başka? Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen? Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen? Kim yıkar, yıpratır seni, sen izin vermezsen? Her şey sende baslar, sende biter; Yeter Ki Yürekli Ol . Tükenme, Tüketme, Tükettirme İçindeki Yasama Sevgisini



OLUMLU DUSUN / OLUMLU YAŞA

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

Kapat Gözlerini.. Güzel bir yazı...

Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halindeki adam, dergâhta, bir Mevlevî ile bir Bektaşî'nin oturmuş sohbet ettiklerini görünce dayanamaz ve yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler. Mevlevî ve Bektaşî erenleri başlarlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışırlar.
Zavallı adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giydikleri giysilere takılır. Mevlevî'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de örtmekte, kapatmaktadır. Bektaşî'nin giydiği kıyafette ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.
Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük bir merakla, önce Mevlevî'ye sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mı?"
Mevlevî hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der: "Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız."
Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşî'ye döner: "Peki siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahlarını ve ayıplarını örtmez misiniz?"
Bektaşî kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der: "Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz."

* * *
İnsanoğlu güzellik ve iyilik sahibi olduğu kadar kusur ve hata sahibidir de. İnsanlar yalnızca güzel amelleri, yetenekleri, becerileri, güzel eserleri ile değil, günahları, ayıpları, kötü âmelleri ve beceriksizlikleri ile insandırlar.
Nedense kendimize ait kusurları, beceriksizlikleri, kendi işlediğimiz günahları, ayıpları kolay kolay gör(mek iste)meyen bizler, aynı kusur ve beceriksizlikler başkalarında mevcut olduğunda, aynı günahları, ayıpları diğerleri işlediğinde bunu hemen görüyoruz, görebiliyoruz.
Düşünüyorum da, insanoğlu başka insanlardaki ayıpları ve kusurları keşfetmeye meraklı olduğu kadar, kendisindeki ayıp ve kusurların bilincinde olmaya, dünyayı, madde ve mânâyı, eşyanın tabiatını, yaratılış gayesini keşfetmeye meraklı olsaydı, bugün hangi konumda olurduk acaba?
* * *

Etrafındaki insanlar, kim olursa olsunlar, eşin, hayat arkadaşın, çocukların, anne ve baban, kardeşlerin, komşuların, arkadaşların, hatta hiç tanımadıkların, fark etmez, kusurlarını inceleme, günahlarını ve ayıplarını görme.
Kapat gözlerini.
Görürsen, şâhid olursan, denk gelirsen, karşılaşırsan, tesadüfen yakalarsan bakma. Kapat gözlerini.
Bakarsan illa ki görürsün. Baktığın için görüyorsun. Sen bakma, çevir bakışlarını.
Kapat gözlerini. Kapatırsan görmezsin, görmezsen kötü düşünmezsin, güzel düşünürsen seversin.
Görsen bile, yakalasan bile, öğrensen bile yine de sevmeyi dene. İnsan kusurları ve ayıplarıyla insandır. Seveceksen öylece sev.
Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur. Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir.
Her iki ayrışın da seni mutsuz eder, inan bana. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun.
Oysa sen mutluluğu arıyorsun, aslında. Arıyorsun ama yanlış yerde. Mutluluğun sırrını veriyorum, mutlu olmanın formülünü anlatıyorum sana:
Kapat gözlerini.
Ne kadar az görürsen o kadar mutlu olursun. Ne kadar az bilirsen o kadar huzurlu olur için.
Bakma, görme, arama. Kapat gözlerini
İlla da görmek istiyorsan etrafındaki adaletsizlikleri, haksızlıkları gör. Yaşadığın topraklarda halkın nasıl eziyet çektiğini, hırsızların her tarafta nasıl cirit attıklarını, alın terinin, emeğin, insan haysiyet ve onurunun nasıl ayaklar altında çiğnendiğini gör. Bakacaksan bunlara bak.

Şayet buraya kadar okudukların seni hiç etkilemedi ve sende hiç şimşek çaktırmadıysa, bu yazıyı da boşuna okuyorsun sen.
İstemiyorum, okuma bu yazıyı. Bakma bu yazıya.

Kapat gözlerini.

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com

 

 

BAŞARININ SIRRI..

Günlerden bir gün ... kurbağa yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin
tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını
seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler
arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine
inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: -"...Zavallılar!
Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker
teker yarısı bırakmaya başlamışlar.
İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya
çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış:

-"...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."

Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri
kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa
büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı
başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl
başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu
işi nasıl başardın diye...

O anda farkına varmışlar ki.....!!!

Kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Olumsuz düşünen insanları duymayın...

onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar!

 

Faik YILDIZ

www.ikyworld.com