28 Şubat 2008 Perşembe

Ver misketlerimi.

Sabah olur.
Kahvaltıyla beraber gazeteye göz gezdirirsin.
Bir iki siyasi beyanat.
İki üç adliye haberi.
Biraz magazin vs.
Memleket ahvaliyle ilgili düne hatta önceki güne ait havadisler...
Televizyon tek kanal...
Akşam saatlerinde bayrak töreni ve İstiklal Marşı ile başlayan...
Ekranda ne gözükse “eğlencelik”...
Tabii gün içinde konu komşuyla yapılan sohbetler...
Veya erkekler için iş yeri muhabbetleri. Yani ekstra haber kanalları...
Hayatımız öncelikle bulunduğumuz sokak, sonra semt ve nihayetinde şehirle sınırlı...
Bu sınırı ülke ve dünya boyutuna genişletmek için gazetelerin bayat haberleri, radyoda ajans saatleri, akşamları da biraz televizyon...
Baş etmesi kolay kurguların içinde mutlu mesut hayat oyunu...
Derken...
Dannnnn.
Son dakika...
Az sonra...
Flaş Haber...
***
Yüzlerce televizyon kanalı, haberin servis süresini olay yerinden “canlı” hale getirince...
Arka planlar için akıllara seza “duyum”, “iddia”, “yorum” ve “analiz”leri internet de dahil birçok kanaldan takip eder hale gelince...
Hayatın sınırları kalmadı.
Dünyada yaşıyoruz, her şeyi biliyor ve takip ediyoruz.
Baş edemediğimiz kurguların içinde panik ve stres içinde yaşıyoruz.
***
Kimin kimle konuştuğuna dair cep telefonu kayıtlarından, olay yerinden geçen bir amatörün çektiği görüntülere kadar...
Her türlü detay...
“Bilmesek de olur” cinsinden ve hayatımıza asla güzellik katmayacak birçok “bilgi!” beynimizin çöplüğünden taşıyor, sızıyor ve gönlümüzü karartıyor.
***
Sabah olur...
Gazeteyi açıp bakmadan edemezsiniz ve fakat haberler sabahın tazeliğine kurşun sıkar...
Ekranlardan taşanlar, hayatımızı altüst eder...
Hâlbuki “entrika” ihtiyacımızı “yazlık sinema”larda veya polisiye romanların sayfalarında ne güzel giderirdik.
Gerçek olmasına ne gerek vardı?
“Ergenekon” destan olarak yetmiyor muydu?
***
Teknoloji!
Ver misketlerimi.
Oynamak istemiyorum artık...

Gönül bu...

İnsanın gönlü istiyor...
Millî takım dünya şampiyonu olsun...
Vatansever bir yazar Nobel alsın...
Yüzde yüz yerli markalarımız dünya çapında aranır ve kullanılır olsun...
Gururlanalım...
Gönül bu, istiyor.
***
Çok satan kitaplar listesinde profesör unvanlı bilim adamlarımızın eserleri yer alsın...
Hatta o kitaplar yurt dışında da çok satsın.
Sahalarında otorite olsunlar.
Ve dünya çapında...
İtibar sahibi...
***
Ama bütün bu başarılı sonuçlar için bizim zamanımız yok.
Fırsat bulamıyoruz.
***
Fırsatımız olsa, ilk beş yüz üniversite sıralamasını kesin bizim üniversitelerimiz doldururdu da...
Ve fakat “bilim” yapacak zamanımız yok.
Başka işlerle uğraşmak zorunda kalınca da, bizim üniversitelerimiz, “askerlik” açısından ve “iş bulmak” adına telaşlananlarla bir nevi “yüksek lise” ayarında yuvarlanıp gidiyor...
Bırakın “bilim” üretmeyi, taliplerini “meslek sahibi yapmak” açısından bile sıkıntıları var bizim fakültelerimizin. O açıdan imkânı olanlar “ithal” diplomaları tercih ediyor.
***
Allah için...
Haklarını yemeyelim.
Gerçekten çok itibarlı bilim adamlarımız var.
Dünya çapında.
Ama nedense çoğu yurt dışında yaşıyor.
Ve yürüyüş yapmaya zamanları yok.
***
İlk defa deprem sırasında ağızlarının içine baktık milletçe...
Boyumuzun ölçüsünü aldık.
Şimdi de tarihe altın harflerle geçecek müthiş mücadelelerini hayret ve merakla takip ediyoruz.
Onca yıl okuduklarına göre...
İllaki ne yaptıklarını biliyorlardır.
Ve inanıyorum.
Gün gelecek huzura kavuştuğumuzda, “bilim” üretmeye de fırsatları olacak...
Yoksa onlar da istemezler mi, üniversitelerimizin dünya çapında başarılara imza atmasını...
İsterler elbet...
Biz de istiyoruz.
Gönül bu...

 

Alıntı…

İşimiz gitmek...

İşimiz gitmek...
Hangi yolda nasıl gittiğimizi yıldızlar bilir...
Ama durduğumuzu zannettiğimiz zaman da gideriz...
Çünkü zaman içimizden geçer...
***
Etrafta ne kadar çok dağ, ne kadar çok vadi ve ne kadar çok orman var...
Önümüzde bir yol kıvrılır gidilesi hâlbuki ama merak insanı bitirir...
Merak zamanın yol arkadaşıdır gönül çelen...
Ya yolun sonu için bir kestirme varsa?
Ya yolun sonunda kavuşulacak olan, orada değil de, şuradaki dağın ardındaysa...
Veya ağaçların arkasındaki vadinin?
***
İşimiz gitmek...
Gideriz.
Durduğumuzu zannettiğimiz zaman da...
***
Çizdiğimiz zikzaklar...
Tırmandığımız yokuşlar...
Saptığımız patikalar...
Hep uzaktan duyulan sesler... Hep uzaktan görünen havai fişek cümbüşü...
Ve hep olduğunu sandığımız gösterişli kapıların arkası içindir...
Hep...
Yıldızlar her şeyi görür yukarıdan...
Ama fısıldamazlar bir türlü labirentin çıkışını...
***
Ne umarız ve ne buluruz bu yolculukta?
Anlamaya çalışmadan çoğu zaman, gideriz...
***
Doğarken alnımıza iliştirilmiş berattır “yolcu” sıfatı...
Geriye dönemeyiz...
Duramayız...
Durduğumuzu zannettiğimiz zaman da gideriz...
Keşfettiğimiz vadiler, tırmandığımız zirveler, içinde kaybolduğumuz ormanlar dipsiz bir kuyudan çektiğimiz sudur; kandırmaz...
Ağustos güneşini içimizde taşırız.
Bir ateştir o...
Aşktır...
Kimini oldurur...
Kimini öldürür...
***
Yıldızlar her şeyi görür yukarıdan ama fısıldamazlar...
Yeryüzü ölülerin türbesidir yekpare...
Yekpare bir mezarlığın içinde, kendimize ait olanı aramaktır yaptığımız; farkına varmayız...
Hangi yolda nasıl gittiğimizi bu türbenin gökyüzü kubbesindeki kandiller bilir...
Yeryüzündekiler birer birer sönerken...
 

Alıntı…

27 Şubat 2008 Çarşamba

Bir kısa öykü;

İki araştırmacı, kâşif vardı, ve onlar yola koyulup yeni dünyayı keşfetmek istediler. Tutku ve arzu ve macera ruhuyla doluydular. İkisi de aynı limandan aynı gün ayrıldılar, yani numerolojinin ne olduğu önemli değildi çünkü aynıydı. Gezegenlerin nasıl uyumlandığı önemli değildi çünkü aynıydılar.

Birinci araştırmacının adı Chris’ti ve ikinci araştırmacınınki de Mark. Chris ve Mark, tıpatıp aynı iki gemiyle, aynı sayıda tayfayla, aynı donanımlarla yola çıktılar. Hiçbiri tam olarak nereye gittiğini bilmiyordu, çünkü bu yeni düyaydı, ve kimse daha önce oraya gitmemişti. Ama o yeni toprakları bulmak için, yeni maceralara atılmak için ve kendileriyle ilgili muzaffer keşifler için yola koyulduklarını biliyorlardı.

Tam aynı anda yola çıktılar. Tek fark, Chris’in gemisinde olup da Mark’ın gemisinde olmayan bir kargoydu.. Chris’in gemisinin yük bölümünde bir kutu vardı. O bir kutuydu, oldukça basit görünümlü bir kutu, ama içeriği çok, çok güçlüydü. Ve bu içerik, Chris’in yolculuğu boyunca ortaya çıkacak ve kullanılacaktı. O kutunun içeriği, kuşkuydu. Kuşku.

Böylece onlar aynı gün, aynı zamanda limandan çıkarak yola koyuldular, ve tabi… siz şimdi herhalde öyküyü tahmin edebiliyorsunuz ama biz yine de anlatacağız. Mark, tayfalarıyla birlikte kendi macerasına doğru çıkıp gitti. Limanı terk ettikten kısa bir süre sonra fırtınaya yakalandılar. Ama, bu fırtınanın şimdi nereden çıktığına şaşmak yerine, Ruhun onlara ne söylemeye çalıştığını merak etmek yerine, panikleyerek bu yolculuğa neden çıktığını merak etmek yerine, Mark şöyle dedi, “Fırtına var.. Onu hissediyorum. Gemi de hissediyor. Tayfalar da hissediyor. Hepsini deniz tutuyor. Bir fırtına var ve fırtına yalnızca bir enerji. Ben fırtınayı sahiplenmiyorum. Ben, fırtına değilim, ama onu hissediyorum, onu yaşıyorum, dalgalarla gidiyorum. Ve bu fırtına beni seçtiğim yere götürecek. Ben bir tarafa doğru gittiğimi düşünüyor olsam da, fırtınanın enerjsinin benim için çalışacağını ve beni olasılıkların en muhteşemine taşıyacağını biliyorum.”

Ve Mark, tayfalarıyla birlikte yolculuğuna devam etti ve onlar her türlü şeyle karşılaştılar – fırtınalar, rüzgarsız zamanlar – ama hiç kuşku duymadılar, anlıyor musunuz. Yol boyunca hep deneyimlediler ve yeni toprakları buldular. Daha önce hiç görmedikleri baharatlar ve egzotik bitkiler ve hatta insanlar ve hayvanlar buldular, ve bu muazzam bir deneyimdi ve onlar yolun her bir adımını hissettiler. İki yıllık yolculuktan ve deneyimden sonra, daha zengin, daha mutlu, daha tamamlanmış bir halde ve gerçekten yaşamış olarak yuvaya geri döndüler.

Chris gemisiyle yola çıktı – kuşku kargosunu taşıyan gemisiyle – ve fırtınaya yakalandığı an, neden yola çıktığını sorguladı. Bu onu deneyimden uzaklaştırdı, çünkü o zaman dalgalar, ondan bir şey almaya çalışan ve onu öldürmeye çalışan şeytanlara dönüştü, oysa aslında dalgalar ve fırtınalar yalnızca deneyimin bir parçasıydılar. Chris rotasını değiştirdi, çünkü hemen yanlış bir şey yaptığını sandı. Yoksa kendini ve tayfalarını fırtınanın ortasına nasıl atmış olabilirdi ki? Böylece rotasını değiştirdi.

Ve yol boyunca bu onu kaygılandırdı, ve hissettiği bu kaygıyı tayfaları görüyordu ve hissediyordu, ve onlar hastalanmaya başladı, ama sadece anlık bir rahatsızlık değil. Çok hastalandılar ve ölmeye başladılar.

Chris’in gemisi, çok, çok zor bir rotadaydı ve o, muhteşem yeni topraklar keşfetmedi. Baharat ya da altın bulmadı. Vardığı her yerde, yerlilerin, o adalarda ya da o topraklarda yaşayan insanların düşmanca ve kızgın tavırlarıyla karşılaştı, ve insanlar onunle mücadele ettiler. Onu kaçırdılar. Giderek daha çok tayfası açlıktan ölüyor ve hastalanıyordu, ve yalnızca bir yıl kadar sonra, Chris başarısız bir insan olarak üzgün, her türlü ışıktan ya da ifade tarzından yoksun, yurduna geri döndü. Bazı kişiler onunla alay ettiler, ve birçokları da çok, çok öfkeliydiler, çünkü sevdiklerini onun gemisinde kaybetmişlerdi.

Ve işte bu, sevgili dostlar, kuşkuyla muzaffer keşif arasındaki farktır. Kuşku.

Siz, hepiniz, yeni bilincin araştırmacıları, kâşiflerisiniz. Hepiniz, aynı derecede enerji ve bilinç taşıyarak limandan yola çıktınız. Hiçbiriniz, Başmelekler Düzeni’ndeki melekler alemindeyken, daha fazlasına ya da daha azına sahip değildiniz. Hepiniz hayat deneyimine koyuldunuz. Ve birçokları için işte o kuşku, yolculuğun gerçek özünü yok etti.

Bugün şu anda sizler yeni bilincin öncülerisiniz. Yola koyulan sizsiniz, denizlerde ve okyanuslarda değil, siz boyutlara doğru yola çıkıyorsunuz. Boyutlar, Yeni Enerjinin yeni okyanuslarıdır. Siz oraya hep gidiyorsunuz. Geceleri gidiyorsunuz. Gün içerisinde düşüncelerinizde, hayallerinizde gidiyorsunuz. Siz varolan bilincin yeni sınırlarına sürekli gidiyorsunuz, tıpkı okyanusların, keşfedilmemiş ya da haritası çıkartılmamış topraklar olarak varolması gibi. Yeni bir şeyin keşfine yelken açan sizsiniz. Bunun ne olduğunu bilmiyorsunuz ve nerede olduğunu da. Bunu seçiyorsunuz çünkü seçebiliyorsunuz. Ve bu ifadedir. Gerçektir.

Ama siz aynı zamanda sık sık o kuşkunun yolculuğunuza sokulmasına ve o gerçek hissi elinizden almasına, o gerçek yaşama yeteneğini elinizden almasına izin veren kişilersiniz. Kuşku sizi boğacaktır. Çelme takıp düşürecektir. Değersiz hissetmenize neden olacaktır. Sürünerek bir deliğe girmek ve bir daha da çıkmamak ve hiç yolculuk etmemek isteyeceksiniz.

Sizler, yola çıkan bilinç gemisinin genişleyen ve araştıran kaptanlarısınız, hatta daha önce hiç bir meleğin gitmediği yere gidiyorsunuz. Meleksi varlıkların tüm boyutları keşfettiğini ve haritasını çıkarttığını mı sanıyorsunuz? Hayır. Bunu yapamazlar. Yapabilecekleri bazı boyutlar var, ama yalnızca insan ve insan bilinci gerçek yeni bilinç topraklarını göze alabilir, ve kendiniz için, tüm insanlık için yaptığınız budur. Ama kuşku devreye girdiği zaman, tüm yolculuğu heba eder.

Kuşku

Kuşku bir oyundur ve siz onu oynuyorsunuz. Tüm insanlar oynuyor ama. Kendinize çok yüklenmeyin. Ama ben bugün Yo-ham ile, sizinle, şunu sormak için buradayım; Kuşku oyununu oynamaktan vazgeçmeye hazır mısınız? Ah, o bir oyun. Fazla eğlenceli. Çok dikkat dağıtıcı. Siz onun içine düştünüz. Hayatınıza kuşkuyu getiriyorsunuz ki, bilmiyormuş gibi davranabilesiniz. Kuşkuyu devreye sokuyorsunuz ki, bu yararsız arayışı sürdürebilesiniz. Bir yanınız merak ediyor, arayış biterse ne olacak diye. Bir yanınız da bu öncülük oyununu o kadar seviyor ki, hiç ama hiç durmak istemiyorsunuz. O nedenle de kuşkuyu devreye sokuyorsunuz, oyuna devam edebilesiniz diye ve kaybolmuş gibi ve bilmiyormuş gibi ve yolculuklarınızdan başarısız biri olarak dönüyormuşsunuz gibi davranabilesiniz diye. Böylece gidip yeniden deniyorsunuz. Kuşku ekleyicidir. Kuşku yapışkandır. Kuşku bir oyundur.

Her gün ne sıklıkta kendinizden kuşku duyuyorsunuz – kararlarınızdan, eylemlerinizden, düşüncelerinizden? Yeni bilince doğru yaptığınız yolculuğu sahiplenmek ve sorumluluğunu almak yerine, kuşkunun sizinle oynamasına ve geminizi yönlendirmesine ya da en azından gemiyi yönlendiriyormuş gibi davranmasına ne sıklıkta izin veriyorsunuz? Kuşku, zamanı dolmuş bir oyundur, çünkü gemide kuşku olduğu sürece, muzaffer bir keşif yapmak çok zordur. Bilincin yeni alemlerine gitmek ve onu kaçmadan, tam olarak, gerçekten deneyimlemek, çok zordur. Kuşkuyla, ve oynadığınız bu kuşku oyunuyla, daireler içinde koşmayı sürdürebilirsiniz ve güçsüz olmayı sürdürebilirsiniz ve bir kurban olmayı sürdürebilirsiniz.

Kuşku, bir virüstür, ama seksüel enerji virüsü gibi değildir. İlle de başkalarına bulaşmaz. O size aittir. O, sizin içinizdeki bir virüstür. O kanserdir, oyunu tekrar tekrar oynamanıza neden olan enerjisel bir kanser. Kuşku, bir saklanma biçimidir. Kuşku, bir yalandan yapma, bir –mış gibi davranma biçimidir.

Kuşku… bu kuşku enerjisi, enerjinizi ilk kez Dünya’ya indirdiğinizde devreye girer – girmişti. Kuşku, meleksi alemlerde bilinmezdi. Bir melek olarak asla kendinizden kuşku duymadınız, yalnızca deneyime sahiptiniz. Bazen deneyim yoğun olurdu. Bazen, hoşlanacağınız türden bir sonuç çıkmazdı, ama en azından bir deneyimdi.

Kuşku, ruh bilincinden insan bilincine geçmenin çok ilginç bir dönüşümüyle üretildi. O, daha ilk melekler Dünya’ya geldiğinde ve artık melek değillermiş gibi davrandıklarında ve insanmış gibi davrandıklarında girdi insan gerçekliğine ya da insan bilincine. Kuşku, Dünya’ya geldiğinizde, siz meleksi varlıkların, kim olduğunu unuttuğunda devreye girdi. “Bir insanmış gibi davranabilmek için bir melek olduğumu unutacağım” dediğinizde, ilginç bir dinamik meydana geldi. Ve işte kuşku bu noktada devreye girdi.

O zamandan beri kuşku, insan bilinci makyajının bir parçası oldu, ve şu anda da Dünya’da çok, çok güçlü – çok güçlü – bir halde. O kadar güçlü ki, insanlar öldüğünde ve başka alemlere, yakın Dünya alemlerine göçtüklerinde, kuşkuyu da beraberlerinde getiriyorlar. Ve sonra bir şekilde beraberlerinde getirdikleri bu kuşku, meleksi alemlere bile aktarılıyor. Ve, anlayacağınız gibi, şimdi bir dolu kuşku duyan melek var, çünkü insanlar bu virüsü beraberlerinde getirdiler.

Tekrarlıyoruz, o bulaşıcı değildi, ama gerçekten insan gibi hissetmek ve görmek için kendine izin veren bir melekle birlikte, insan enerjisi de o enerjiyle oynamaya başladı. “Merak ediyorum, kuşku nasıl bir şey” demeye başladılar. Ve onunla oynadılar. Ve şimdi, tüm alemlerde kuşkuya sahibiz, anlıyor musunuz. Ama Dünya üzerinde, kuşkuyu gemiden atacak bazı öncüler var. Ve bu, yeni bilincin daha yeni sınırlarını, yeni bölgelerini açacak ve gerek cennette gerekse Dünya’da, kuşkunun ötesinde bir anlama sahip olacak.

Kuşku bir oyundur, Şambra, ve siz onu her gün oynuyorsunuz. Sanki ne seçeceğinizi bilmiyormuş gibi davranıyorsunuz. Yanlış kararlar alıyormuşsunuz gibi davranıyorsunuz. Oysa bunu yapamazsınız. Yalnızca deneyim edinirsiniz. Yüksek yolu, alçak yolu ya da görünmez yolu deneyimleyebilirsiniz, ama sadece deneyim edinirsiniz. Kuşku size kötü bir seçim yapabileceğinizi söyler, ve yapamazsınız. Yalnızca deneyimleyebilirsiniz. Kuşku, sizin o küçük insan kapanında kalmanıza neden olur, küçük kalmanıza, sürekli “Ben küçüğüm” oyununu oynamanıza neden olur. Diğer enerjilerden çok, kuşkuyla eğleniyorsunuz. Onu seviyorsunuz. Ona bağımlısınız.

Bugün burada bulunan, bugün dinleyen ya da bunu sonradan okuyan ya da dinleyen her birinize sorum şu: kendinizden kuşku duyma oyununun üstesinden gelip de gerçekten hissetmeye hazır mısınız? Çünkü kuşku ve hissetmek – hissetme yeteneği – elele gider. Kuşku duyduğunuz zaman, gerçek hissi engellersiniz. Kuşku duyduğunuz zaman, hissetmekten korkarsınız, çünkü hissetmek sizi büyük kılacaktır.

Hissetmek, sizi yeniden gerçek kılacaktır.

Kuşku oyununu durdurmaya ve yeni bilincin muzaffer keşfini yapmanın nasıl bir şey olduğunu keşfetmeye hazır mısınız?

Tobias