29 Temmuz 2009 Çarşamba

Ölümcül hastalık: Kibir

Tıp ne kadar ilerlemiş olursa olsun, uzun ve sağlıklı bir yaşam her insan için garanti altına alınamıyor. Bazı insanlar biraz genetik biraz da yaşam tarzlarının sonucu olarak genç denilebilecek yaşta yaşamlarını yitirebiliyor. Organizasyonlar açısından da durum pek farklı değil. Ayrıca organizasyonlar insanlarla karşılaştırıldığında çok daha çeşitli ve tehlikeli hastalıklara yakalanabiliyor ve bu yüzden de yaşamları insanlara göre çok daha kısa sürüyor.

Organizasyonların yaşam sürelerinde patron ve üst düzey yöneticilerinin tarz ve davranışları her şeyden daha belirleyici oluyor.

 

Organizasyon deyince...

Organizasyon deyip geçmeyin. Biri batar biri çıkar gibilerinden konuyu basite indirgemeyin. Organizasyonların kalıcılığı ve sürekliliği bir toplum açısından çok önemli unsurları içinde barındırıyor. Konuyu yalnızca sermayerdarların kişisel servetlerini artırması açısından değil yatırım yapılan varlıklar, istihdam edilen çalışanlar, üretilen bilgi birikimi, bu organizasyona mal ve hizmet sağlayan tedarikçiler açısından değerlendirdiğimizde yok olan bir organizasyonun  ekosisteminde yarattığı deformasyonun önemi tüm çıplaklığı ile görülebiliyor.

Günümüzde iş yaşamında başarıyı yakalamak çok zorken ve birçok girişimci bunu başaramadan pes ederken, başarıyı elde etmiş ve bunu sürekli kılmış girişimcileri bulmak neredeyse imkansız bir hal alıyor. Bu durum, başarılı bir girişimci olmak için gerekli olacak kişisel meziyetler ile başarıyı yakaladıktan sonra organizasyonun sürekliliğini sağlayacak meziyetlerin birbirinden farklı olması hatta birbiri ile çelişmesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle işin kuruluş ve gelişme döneminde girişimciye başarıyı getiren tutum ve yaklaşımlar, organizasyonun olgunlaşma  döneminde aynı olumlu etkiyi vermiyor aksine organizasyonun sonunu dahi getirebiliyor.

Başarılı girişimcilere başarının formülünü sorduğunuzda neredeyse hepsi çok çalışmak teması üzerinde hem fikir oluyorlar. Bu yanıt “işi tutkuyla sevmek” anlamına geliyor ki, konu üzerinde biraz kafa yorduğunuzda  bu yanıtın oldukça mantıklı olduğunu görebiliyorsunuz. Nitekim bir şeyi tutku ile sevdiğinizde tüm önceliğiniz o şey oluyor ki, o şey de ruhunuzun en temel parçası haline geliyor.

 

İşinin uzmanı

Girişimcileri başarıya götüren bir diğer unsur ise yaptığı işte uzman olmak. İşi ana hatlarıyla bilmenin ve yapmanın ötesinde, işin kitabını yazacak noktaya gelmek, sektöründe en iyiler arasında anılmak uzmanlaşmanın bir ölçüsü olarak değerlendiriliyor.

Tutku ile işini sevmek ve konusunda uzmanlaşmak başarıya ulaşmanın en kritik unsurları olsalar da, başarıyı yakalayan girişimcilerde bu özellikler asgariden bulunuyor. Ancak girişimcileri zirveye taşıyan bu iki unsur, o kişinin zirveye çıkardığı organizasyonun orada kalmasını sağlayamıyor. Başarıya ulaşıp orada kalmanın gizli formülü başkalarını dinlemekte, yaptıkları hataları fark edip ders çıkarmakta, en kısa tabiriyle açık fikirli olmakta, “kibirli olmamakta” yatıyor.   

Binlerce patron ve profesyonel üst düzey yönetici başarının basamaklarını üçer beşer hızlıca tırmanıp bir anda kendilerini zirvede bulduklarında kibir denen ölümcül hastalığa yakalanıyorlar. Hastalığa yakalanmalarının en temel nedeni bu tarz kişilerin çoğunun zirveye çıkarlarken genelde tek başlarına hareket edip bu başarıyı kendi çaba ve özelliklerine mal etmeleridir. Bu da “ben bu iş için yaratılmışım benden başkası bu işi yapamazdı” duygusunu beraberinde getiriyor.  

Bu yüzden birçok başarılı patron ve üst düzey yönetici tek başına karar almayı alışkanlık haline getirdikleri için ekiplerini yalnızca söyleneni yapacak kişilerden oluşturuyorlar. Bu tarz kibirli patronlar ve üst düzey yöneticiler, farklı görüşleri olan, bu görüşleri söylemekten çekinmeyen ve çoğu zaman da görüşlerinde haklı çıkan yöneticilerle çalışmaya dayanamıyorlar. Çünkü bu durum onların egolarını zedeliyor ve bu tarz yöneticilerle uzun süre çalışamıyorlar. Bununla birlikte kibirli patron ve yöneticiler “vitrin olması” açısından iyi eğitim görmüş, önemli deneyimler kazanmış yöneticileri yanlarından ayırmıyorlar ve onlara iyi ücret ve olanaklar sunuyorlar.  Ancak bu kişileri karar süreçlerinde bir danışman olarak dahi kullanmayıp yalnızca iş yapacak ya da şirketi bir yerlerde temsil edecek pozisyonlar olarak görüyorlar.

 

Kaçınılmaz son...  

Lugatında istişare yazmayan bu tarz patron ve üst düzey yöneticiler buldozer yapıları sayesinde tutku ile bağlandıkları işlerini bir yere kadar getirip sonunda tıkanıyorlar ve beraberinde işlerinin de geleceğini tıkıyorlar. Gelinen noktaya saplanıp bir adım öteye gidemediklerinde sinirlenip gaza daha çok bastıklarında bu sefer mevcut iş organizasyonlarına kalıcı ve ciddi zararlar verebiliyorlar. Ardından kaçınılmaz son için kader ağlarını örmeye başlıyor.

 

Vehbi Koç örneği

Tabii ki tüm girişimciler böyle değil. Nadir de olsa bazı girişimciler istişare etmeye çok açıklar, karar almadan önce çevresindeki kıymetli yönetici ve uzmanlardan görüş ve öneri alıyorlar. Topladıkları bu verileri, sağduyuları ve doğuştan gelen girişimcilik özellikleri ile harmanlayarak nihai kararı kendileri veriyorlar. Bu tür girişimcilerin yanlarında değerli ve çok yetenekli profesyoneller yetişiyor ve bu profesyoneller kariyerlerinin önemli bir kısmını bu kişi ile birlikte geçirmekten büyük keyif alıyorlar. Bu tür girişimcilerin de kurduğu organizasyonlar sürekli büyüyor, gelişiyor ve uzun yıllar yaşıyor.  Benim de kariyerimin bir kısmını geçirdiğim, tanışma ve uzaktan da olsa yaklaşımlarını görme ve hissetme şansını bulduğum Vehbi Koç da, istişare eden nadir girişimcilerden biriydi. Kurduğu ve geliştirdiği şirketler grubu, kurumsallaşma adına ülkemizde bu konuda uğraş verenlere çok önemli bir örnek teşkil etti.

Kurduğu organizasyonun sürekliliğini arzu eden ve bunu nasıl başaracağını arayan girişimciler Vehbi Koç’un tarz ve yaklaşımlarını anlatan kitapları okuyarak kendilerine iyi bir yol çizebilirler.

Kitapların sonunu söylemek gibi bir huyum olmamakla beraber, birçok girişimcinin başkasından birşeyler öğrenecek zamanı olmadığını –belki hevesi demem daha doğru olurdu- bildiğim için bu kitaplardaki ana fikri bir seferlik olsun sizlerle paylaşmak isterim: Süreklilik için; kibiri, ben bilirimi bir tarafa bırakın; başkaları ile istişare edin; çevrenizde görüşlerini sizlerle paylaşmaktan çekinmeyen yöneticiler barındırın, onların eleştrilerine kulak kabartın, eleştirilerin arkasında art niyet aramayın. Dünyada değişim son sürat devam ediyor. Kimse tek başına bu değişimi takip edemez ve kritik kararlara imza atamaz.

 

Hüseyin ADANALI

 

 

IS HAYATINDA DUYGUSAL ZEKA

IS HAYATINDA DUYGUSAL ZEKA

Carnegie Teknoloji Enstitüsü’nde 10.000 kişiye ait veriler analiz edilerek, başarının yüzde 15’inin yapılan işle ilgili bilgi ve beceri geliştirme çalışmalarına, yüzde 85’inin de kişilik faktörlerine, insanlarla başarılı ilişkiler kurmaya bağlı olduğu görülmüştür.

Harvard Üniversitesi Mesleki Yönlendirme Bürosu, işten atılan binlerce kadın ve erkek üzerinde bir çalışma yapmış ve görevini yapmadığı için işine son verilen bir kişiye karşılık, iki kişinin insanlarla iyi ilişkiler kuramadığı için işten atıldığını ortaya çıkarmıştır.

Bu oran, Dr. Albert Edward Wiggam’ın, “Kendi Beyninizi Araştırın” isimli sütununda belirttiği gibi, daha da yüksek olabilir. Bir yıl içinde işinden olan 4.000 kişiden sadece yüzde 10’u, yani 400’ü verilen işi yapamadıkları için işten çıkarılmış. Yüzde 90’ının, yani 3600’ünün ise diğer insanlarla başarılı ilişkiler kurma kabiliyeti edinememiş olmaları sebebiyle işlerine son verilmiş.

Bu rakamlarda gösteriyor ki 1995 yılında Daniel Goleman tarafından yazılan “Duygusal Zeka” kitabı ile önemi ortaya konan kavram, iş hayatında da çok önemli.
İş hayatı ve duygusal zeka birlikte düşünüldüğünde akla öncelikle her yönüyle daha insancıl bir iş ortamı ve daha çok sayıda tatmin edilmiş müşteriler geliyor. Bu çerçevede düşündüğümüzde hemen akla gelebilecek pratik uygulamalar olarak şunları sıralamak mümkün.

  • Anlaşmazlık Çözümü: Bu kavram öncelikle anlaşmazlık çıkmasını önleme kabiliyeti, anlaşmazlıklar ile ilgili geri bildirimlerin değerlendirilmesi konularını kapsar. Bu konuda müşterilerin yanısıra çalışanların duygularınında ne kadar önemli olduğu göz ardı edilmemelidir.

 

  • Müşteri Memnuniyeti: Araştırmalar, insanları en çok motive eden konun “insanlara önemsendiklerini hissettirmek” olduğunu göstermiştir. Müşterileriniz ve çalışanlarınız dinlenildiği, anlaşıldıkları, yardım gördükleri, hizmer aldıkları saygı ve değer gördükleri hissini vermek çok önemlidir.

 

  • İşe alım ve iş değiştirmeler: İşe alımlarda çok farklı yöntemler, araçlar, ölçekler ve testler kullanılmaktadır. Bu tür araçlar hem işe alım personeline, hem de adaylara uygulayarak gerekli tedbirleri almak mümkündür. Konu ile ilgili ABD Silahlı Kuvvetlerinden çok güzel bir örnek var. Sorun; Hava Kuvvetlerine yeni alınan personelin verilen eğitimi müteakip görev alacakları üslere gönderildikten kısa bir süre sonra uyum sağlayamıyarak işten ayrılmak istemeleridir. Bu personelin oranı zaman zaman %50 yi bulmaktadır. Bu tür personel ayrılmalarının Hava Kuvvetlerine kişi başına maliyeti 30 bin doları bulmaktadır. Asker alma Dairesi, bir danışmanlık şirketine başvurarak asker alma merkezlerinde çalışan 1171 kişiye “duygusal zeka testi” uygulamıştır. Test sonuçlarının değerlendirilmesinden sonra işe alım personeli eğitimden geçirilerek yeniden teşkilatlandırılmış ve duygusal zekanın esas alındığı bir işe alım mülakatı devreya sokulmuştur. Bu tedbirlerinin bir yıl uygulanması sonucunda görevde kalma oranı dünya çapında %92 artmıştır. Bu da Hava Kuvvetlerinin tahminen 2.700.000 dolarlık bir tasarrufu demektir. (Daha sonra da Deniz Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri benzeri projeleri uygulamııştır.)

 

  • Eğitim: Çeşitli sektörlerde ve çeşitli kademelerde çalışanlara gerek kişisel gelişim, gerekse teknik anlamda aldırılan eğitimlerin çalışanların duygusal zeka seviyelerini dolaylı yollardan yükselttiği değerlendirilmektedir.

 

  • Kurum Kültürü: Çalışanların kendilerini güvende ve önemli hissettikleri, üretken, motive olmuş, saygı duyulan ve değer verilen bireyler olarak hissettikleri bir ortam yaratılması etkili bir kurum kültürü yaratılması konusunda önemlidir. Bu çabalar yüksek duygusal zekalı kurumların yaratılmasında katkı sağlayacaktır.

 

  • Hedef Belirleme: Kişisel ya da kurumsal hedef belirleme çalışmaları esnasında duyguların dikkate alınması belirlenen hedefe doğru yapılacak yolculuğu ve bu yolculuğun başarısını önemli ölçüde etkiler. Kurumsal hedef belirlemede belkide en önemli hususlardan biri de “takip ve kontrol”dur. Müşteri ve çalışanların görüşlerini ve geri bildirimlerini takip ve değerlendirme önem kazanmaktadır.

 

  • Sağlık Masraflarını Uzun Vadede Azaltılması: Korku, üzüntü, endişe ve stres gibi olumsuz duyguların bağışıklık sisteminin işleyişini zarar verdiği artık tartışılmaz bir gerçektir. Yoğun olumsuz duygular, kan basıncının arttırır, kalp krizi riskini yükseltir, iyileşme süresini uzatır, migren türü baş ağrısı yapar ve kanser riskini arttırır. Diğer tarafta duygusal desteğin ve duygusal iyilik halinin sağlığımıza gözle görülür yararı vardır. Bir araştırmaya göre, haftada bir saat duygusal destek olan ölümcül kanser hastaları almayanlara göre iki kat daha fazla yaşamışlardır.

 

  • Liderlik: Yüksek Duygusal Zekalı bir lider öncelikle duygusal olarak farkındalığa sahiptir. Bu onun duygularının farkında olduğu, karar alma ve insanları yönetme alanlarında duygularından aldığı bilgiyi etkin olarak değerlendirdiğinin göstergesidir. Bunların devamında da başkalarının duygularını okuma kabiliyetinide iş yaşamına yansıtır. Tüm bunlar çevresi ile kalıcı ve iyi ilişkiler kurmasına katkı sağlar.

 

  • Üst Düzey Yönetim: Üst düzey yönetimin duygusal zeka düzeyi ve bunu kullanabilme becerisi kurum açısından hayati önemdedir. Yönetici duygulara değer verirse, diğer yöneticiler ve çalışanlar da duygulara değer vereceklerdir. Araştırmaların gösterdiğine göre duygular bulaşıcıdır. Bu yüzden yöneticiler iyimser, kendine güvenen, yaratıcı, esnek, bağışlayıcı, saygılı ve şefkatli olabilirlerse, çalışanlarda benzer biçimde davranışa yatkın olacaklardır. Araştırma ayrıca, duyguların yukarıdan aşağı doğru aktığına işaret eder, bu yüzden daha üst konumda olup elinde gücü bulunduranların etkileyiciliği daha fazladır.


Bildiğiniz gibi, bu konuda iyi haber duygusal zekanın öğrenilebilir, geliştirilebilir olmasıdır.
Bunu gerçekleştirebilmek için ise birinci basamağın “farkındalık” olduğu unutulmamalıdır.

Bu yazım, Kariyer.net KARIYER Dergisi Temmuz 2009 sayısında yayımlanmıştır.
http://web4.kariyer.net/kariyerdergi/kariyerDergi.kariyer?arn=&sid=&mg=200907


28 Temmuz 2009 Salı

Antidepresan eşittir çağdaş muska

Sosyal psikolog Üstün Öngel... Farklı bir ses. Sivri bir ses. Adana’da kurduğu Psikolojik Yardım Derneği Türkiye’nin ilklerinden... Çevresinden çok övgü alıyor... Ailelere ve çocuklara evde destek programı uyguluyor...

Çok sıkı bir iş yapıyor. Aynı zamanda da antidepresanlar hakkında sert görüşler öne sürüyor. Adam kafadan karşı! Ve kafa atıyor! Kime? Psikiyatriye ve psikiyatristlere. İlaçların sorunu çözmediğini, üstünü örttüğünü iddia ediyor. O, öyle düşünüyor. Ama mutlaka karşı görüşte olanlar, farklı düşünenler de vardır. Bu sayfa onlara da açık. Önümüzdeki günlerde "Hayır kardeşim antidepresan faydalıdır!" diyen psikiyatristlerle de konuşmak isterim...

Depresyonda ilaç kullanımı çok mu yaygın?

- Hem de nasıl. İnkárın kol gezdiği, bilincin mumla arandığı bu dünyada, ilaç, elbette en büyük kolaycılık. İlaçla yasadışı maddeleri ayıran tek şey, birinin doktor eliyle reçete edilmesidir.

Siz ikide bir doktorların depresyonun d’sini gördüklerinde ilacı dayadıklarını söylüyorsunuz...

- Evet çünkü öyle yapıyorlar! Biz de bu çağdaş üfürükçülerin, doktor olduklarını sanıyoruz. Antidepresanlara ve genel olarak psikiyatrik ilaçlara da "çağdaş muska" diyebiliriz. Psikolog Kirsch üşenmemiş, tüm gizli arşivlere ulaşmış ve bulmuş: Ha boş tablet -plasebo- almışsın, ha antidepresan. Gerçekten de ilaç, sorunu tedavi etmiyor, sorunun üzerini örtüyor. İlacı bıraktığında -ki bir gün bırakıyorsun- sorunlar daha büyümüş olarak karşına çıkıyor.

Antidepresan kullanımı giderek artıyor mu, sizin böyle bir tespitiniz var mı?

- Türkiye’de 3 yaşında çocuklara bile verdiklerini görüyorum maalesef. Artıyor ve artacak da. Bu gidişin önüne geçilemez. En azından böyle bir sonucu görmeye benim ömrüm yetmez.

Ne demek istiyorsunuz? İlaç yazan bütün doktorlar kötü niyetli mi? Bu ilaçların hiç mi faydası yok?

- Klasik bir lafla cevap vereceğim: "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir."

Bu ilaçların, hafifi, ağırı var mı?

- Ağırı var tabii. Felç edeni var, öldüreni var, intihar ettireni... Ama beynin neresine, hangi spesifik noktasına nasıl etki ettiği konusunda bilimsel kesinlik taşıyan bir araştırma yok.

Benim gördüğüm bir sürü insan Lustral alıyor. Ne gibi bir zararı olabilir ki?

- Daha önce de söyledim. Bu ilacın fizyolojik olası zararından çok, inkárı pekiştiriyor olması önemli. Antideprasan alınca kimse kendisiyle, yaşamıyla yüzleşmiyor, yüzleşemiyor, herkes kaçak...

İlaç nelere yol açıyor peki? Tepkisizlik mi? Sinirlenmemek mi?

- Evet. Mesela tecavüze uğramış ve içinde ciddi bir kızgınlık olan biri kuzu gibi oluveriyor. "Küntleşme" gerçekleşiyor. İlaç alırken bana gelenleri hemen tanırım. İfadesiz bir surat. Kapalı ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi tehlikeli...

İlacın insanın içindeki şiddeti artırdığına dair iddialar da var...

-Ne iddiası, bunlar araştırma bulgusu! Psikiyatrist David Healy 2000’den beri yaptığı sayısız araştırmayla bunu kanıtladı. İntihar ve yıkım eğilimi belli bir grup antidepresan kullananlarda tam 6 kat artıyor.

Sizin bildiğiniz böyle vakalar var mı?

- Geçen yıl Adana’da 15 yaşında bir kız, antidepresanları kullanmaya başladıktan bir hafta sonra intihar etti. O gençte daha önce de intihar eğilimi olabilir. Ama duyguları bunu yapmasını önlüyordu. İlacı aldığında, hem duygusuzlaşıyor, hem de ilaç onu harekete geçiriyor. Herhangi anlamlı bir amaç yok yaşamında, o da düşündüğü tek şeyi duygusuzca gerçekleştiriyor, intihar ediyor.

Bu son Başak olayında, genç kız, ilaç yüzünden cinnet geçirip annesini öldürmüş olabilir mi?

- Buna cinnet demek doğru değil. Annesiyle bir kaç saat önce tartışmış, odasına çekilmiş birinden söz ediyoruz. İlacın etkisi bence çok açık. Tam da psikiyatrist David Healy’nin sözünü ettiği durum. O kız ilaç altında olmasaydı, anlamlı bir psikolojik yardım almış olsaydı, anne-babasının ona yaşattığı kábustan kurtulmanın doğru yollarını bulabilirdi...

Başak olayında durum nedir: Zaten sorunluydu. Bir an geldi gözünü mü karartı? O normal bir insan, bir anda kendini kaybetti. Mi?

- Ailesinin ve psikiyatrinin kurbanı o...

 

HERKES KAÇAK

Depresyon nedir, hastalık mı?

- Eski çağlardaki hayalet hikáyeleri gibi... Hayaletler ne kadar gerçekse, bir hastalık olarak depresyon da o kadar gerçek! Herkesin duygusal çöküntüleri, zorlanmaları, şıkışmaları, iç sıkıntıları olabilir, oluyor. Kimi gelip geçiyor, kimi uzun sürüyor, kimi arkadaş desteğiyle çözüm buluyor, kimi profesyonel destekle, kimi aşkla geçiyor, kimi de tam tersi aşkla daha da beter hale geliyor! İnsanın bin bir türlü halini, hastalık kategorisine hapsetmek bence insanlık suçu! Bırakın depresyonu, "şizofreni" dedikleri şeyin bile, hastalık olup olmadığı, hatta "ne" olduğu tartışmalı...

Çok sert bir yargı değil mi bu? Siz psikiyatriye karşı mısınız?

- Evet karşıyım! Tamamen bilim dışı olduğu düşünüyorum. Ellerinde depresyonu teşhis etmek üzere davranışsal ve duygusal semptomlar listesi var, ki o liste tıbbi bir liste değil, o listeye bakıp ilacı dayıyorlar. Oysa depresyon teşhisinin tıbbi tahlille, beyin inceleme teknikleriyle hiçbir alakası yok...

Hoppalaaa...

- Evet. Bu listedeki birinci belirti isteksizlik. İsteksizsen, depresyonda olabilirsin! Yok ya! Bakın, bunların hepsi insanlık hali. Ben zaten depresyon yerine "özgüven sarsıntısı" demeyi tercih ediyorum. "Özgüven sarsıntısı" da özellikle Batı’nın başarılı olma takıntısıyla besleniyor. Bizde de durum farklı değil, büyük şehirlerde depresyon, başarı hırsıyla kol kola geziyor.

Peki panik atakın depresyonla bir akrabalığı var mı?

- Panik atak, hepimizin aşırı kaygı diye yıllardır bilip konuştuğu şeyin, hastalığa dönüştürülmüş hali. Panik atakla yani "aşırı kaygı", depresyon yani "duygusal çöküntü" aynı şey değil ama evet birbiriyle ilişkili. İkisi de kendine yabancılaşmanın bir sonucu. Ama bu psikiyatrik kategorilerin hiçbiri, o insanın gerçekte ne yaşıyor olduğunu anlamamıza yardım etmiyor. Psikiyatrinin önceliği de anlamak değil zaten. Bu hastalık kategorileri, ilaç reçete etmeye hizmet ediyor. Demek istediğim şu: Psikiyatrinin hastanın derdiyle merdiyle gerçekten ilgilendiği yok, ilaç yazıyor sadece...

Depresyon ya da sizin deyiminizle "özgüven sarsıntısı" neden bu kadar yaygın?

- Eskinin hayat mücadelesi içinde böyle bir şeye yer kalmıyordu. Şimdi yaşam, eskiye göre daha kolay, ama çok daha karmaşık. İletişim olanakları o kadar yaygın ki, artık herkes daha fazlasını istiyor, daha iyi bir hayat arzuluyor. Eskiden ezilen kadın, kaderine kısmen razıydı, şimdi işler değişti hayatına sahip çıkmak istiyor, fakat zorlanıyor. Aşılması kolay olmayan engeller var önünde. O yüzden depresyona giriyorlar. Erkeklere gelince, onların dünyasında hırs, rekabet gırla gidiyor. Erkekler, açık etmeden, deyim yerindeyse yiğitliğe bok sürdürmeden, gizlice yaşıyorlar depresyonlarını. Kadınlar da bu erkek dünyasına eklemleniyor, ama kendini bularak değil, kaybederek ilerliyor. Tabii sonrasında da ağır bedeller ödeniyor...

Depresyon daha çok büyük şehirleri mi vuruyor?

- Evet. Büyük şehirlerin cehennemi de büyük! İç bütünlüğünü kuramamış, bulamamış, bulur gibi olmuşsa da kaybetmiş insanlar sıkıntı yaşıyor. Ve bu durumdan en çok çocuklar zarar görüyor. Hiperaktivite ile damgalanıyorlar. Bu da yaratılmış bir başka hastalık. Bu çocukların anne babaları, özellikle annelerin büyük bir çoğunluğu depresyon benzeri durumlar yaşıyorlar. İşte o anne-babalar, intihar eğilimini arttırdığı tescillenmiş antidepresanlar kullanıyorlar. Çocukları ise ölümcül riskler barındıran kokain eşdeğeri ilaçlar içiyorlar.

Depresyonun üstesinden gelinebilir mi?

- Elbette. Önce farkında olacaksınız. Sonra geçmişten bugüne yaşadıklarınızı ve kendinizi kabul edeceksiniz. Bilinç geliştireceksiniz. Yaşam biçiminizi değiştirme gayreti göstereceksiniz. Bunun için emek vereceksiniz. İnsan, bilinci ölçüsünde sorunlarına çözüm bulabilir. Bu bilinci kendi başına da oluşturabilir, profesyonel destekle de. Profesyonel destek için şimdilerde İngiltere ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, özellikle çocuk, ergen ve gençlerde psikolojik destek öneriliyor. Yani psikoterapi...

Ben mesela, depresyona girip girmediğimi nasıl anlayacağım? Bir insan depresyona farkında olmadan girip çıkabilir mi?

- İnsan farkında olmadan bir sürü şey yaşıyor, yapıyor! İnsan, kendini tanımalı. Çünkü bu çok kolay bir şey değil. Güçlü yanlarını, zayıf yanlarını, geçmişten bugüne kişiliğinin hangi etkilerle oluştuğunu, kim olduğunu öğrenmeli. İnsan olmak, asgari bir emek gerektiriyor, bu emeği vermekten söz ediyorum. Hayat, elbette inişlerle çıkışlarla sürüyor, düz bir çizgide yaşayanımız var mı? Neden süreç olarak yaşamı, iyi ve kötü halleriyle kabullenmiyoruz? Nedir bu sürekli mutlu olmak, başarılı olmak, yukarda olmak, kazanmak takıntısı!

Bir dakika, bir dakika "gizli depresyon" diye bir şey yok mu?

- Kendi durumunu, yaşadıklarını inkár bu aslında. Erkeklerde daha belirgin bu durum. Diplere inmeyi kendilerine yediremiyorlar. Depresyon denilen şey, hep bu inkarla oluşuyor, inkarla besleniyor. Durumunu inkár edenler dünyasında ilaç, hiçbir iç muhasebe yapmaya gerek duymadan, bir şeylerin çözümünü vaat ediyor. Yanlış olan bu vaat. Tehlikeli, riskli hatta ölümcül olabiliyor.

Seks, depresyona iyi gelir mi?

- Sadece bedensel bir faaliyet olarak seks, hayır iyi gelmez. Dürtülerin doyurulduğu "performans" odaklı bir etkinlik olarak, bazen sorunu artırır bile. Çünkü iç bütünlüğün daha da kaybolmasına sebep olur. Örneğin, bir takım "uzman"ların, "Haftada şu kadar sayıda cinsel ilişki sağlıklıdır" gibi ifadeleriyle karşılaştığımda, benim böğrüme bir şey saplanır. Cinsellik, tensel-duygusal-düşünsel bir büyük buluşma olmaktan çıkarılmış, iki bedenin birbirini tatmin objesi olarak kullanmasına indirgenmiş durumda maalesef. Haa ama eğer ilişkiyi soruyorsanız, iyi gelir. Arada aşk varsa seks, iki insanın bir bütün olarak nefis bir buluşmasıdır ve çok iyi gelir...

 

ANTİDEPRESANIN İNANÇ ETKİSİ

Irving Kirsch ise antidepresanların "plasebo"dan farkı olmadığını buldu. Basında da geniş şekilde yer bulan Şubat 2008 tarihli son araştırması bu ilaçlara bu koşullarda başta onay verilmemesi gerektiğini vurguluyordu. Plasebo (boş tablet) verildiğinde insanların iyileşmesine, kısaca "inanç etkisi" de denebilir. Tüm ilaçlarda yüzde 20-30 arasında plasebo etkisi görülür. Antidepresanlarda bu oran yüzde 85’e kadar çıkıyor.


ANTİDEPRESAN

İNTİHAR/ SALDIRGANLIK EĞİLİMİNİ ARTIRIYOR

Antidepresanlarla ilgili en önemli kırılma noktası İngiliz psikiyatri profesörü David Healy’nin yaptığı araştırmalar oldu. Healy, intihar eğilimini azaltıyor diye reçete edilen SSRI (serotonin geri alımı engelleyicileri) grubu antidepresanların, aksine intihar/saldırganlık eğilimini artırdığını buldu. Haziran 2001’de gazetelerde, Amerika’da ilaç firması GlaxoSmithKline aleyhine sonuçlanan 6.4 milyon dolarlık davanın haberleri yer alıyordu. Firmayı, Don Schell’in damadı dava edilmişti. Don Schell, tabancasıyla önce eşini, sonra kızını ve torununu öldürmüş, ardından da kendini vurmuştu. Bu trajik olaydan iki gün önce, Schell’e, uyku problemi yaşadığı için Seroxat isimli ilaç verilmişti. Damat, kayınpederi Schell’i, Seroxat’ın şiddete ve intihara sürüklediğini iddia etmişti. Davadaki en önemli nokta, ilaç firmalarının daha önce gizli tutulan belgelerinin mahkeme kararıyla ve Healy’nin aracılığıyla kamuoyuna sunulmasıydı. Bu belgeler gösteriyordu ki, ilaç firmaları bu ilaçları kullananların yüzde 25’inin şiddet eğilimleri yaşadığını biliyorlardı ve uzunca bir süre bu bilgiyi saklamayı başarmışlardı.

 

 

 

 

Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup

Sieglinde W. Alexander (Çeviren: Üstün Öngel)

Mektubuma/çağrıma deneyimlerimi anlatarak başlamak istiyorum.

Çocuklukta yaşadığım suistimali yazıya döktükten sonra, 1993 yılında, depresyona girmiştim; işin aslı bu çocukluk anılarıyla yüklü acı ve ızdırap içinde yaşamak istemiyor, ölmek istiyordum. Yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ve bir HMO (Health Management Organization / Sağlık Yönetimi Teşkilatı) terapistiyle görüşmek üzere randevu aldım. O zamanlar, bir terapistle görüşmek için bekleme süresi 12 haftaydı. Depresyonum ileri düzeydeydi ve anksiyetem hareket kabiliyetimi boğmuştu; sistemin işleyişine boyun eğmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. İlave olarak, çaresiz hissetmenin yanı sıra, yardıma ihtiyacım olduğu için kendimi yargılıyor ve suçluyordum. Çocukluğumda olduğu gibi, “yüksek otoriteye”, sözde ne yapıyor olduklarını bilen uzmanlara, kendimi teslim etmiştim.

On iki haftalık bekleme sürecinde, manidar bir dönüşüm yaşanıyordu beynimde: depresif halime rağmen, hayatımda ilk kez beynimde (donmuş) bir şeylerin “çözülüyor/eriyor” olduğunu hissetmiştim (“defrosting”: donmuş bir şeyin buzluktan çıkarılıp normal haline gelmesi). Sanki yaşadığım travmayı yazıya dökmemle birlikte zihinsel olarak rahatlarken depresyon oluşmuştu ve bununla beraber iyileşme süreci de başlamıştı. Dondurulmuş, kilit altına alınmış travmatik anılarımın görüntülerinin bilincimde çözülmeye/erimeye başladığını hissediyordum. Otuz yıl önce yaşadığım travmanın zorla dondurulmaya çalışılmış etkisi çözülüyor ve tamamlanmamış süreç tamamlanıyordu. Nihayet, beynimdeki başıboş uçlar (nöronlar) bağlantı kurmaya çalışıyordu. Çocukluk anılarımla uğraşırken her temas ettiğim olay bir “flashback”le (geçmişten görüntülerle) sonuçlanıyordu. Yavaş yavaş neden tüm hayatım boyunca korku içinde olduğumu anlamaya başlıyordum. Bu “flashback”ler, geçmişte düğümlenmiş travmatik deneyimlerimin çözülme sürecine yardımcı oluyordu. Orijinal kaynağa –hislerime- ve kırk küsür yıllık travmamın ve korkumun kaynağına götürecek bir bilişsel bağlantıyı oluşturmakla işe başladım. Bunun üzerine, bir damga gibi sabitlenmiş korkum artık dehşet verici olmaktan çıkmıştı; gücünü kaybetmişti çünkü o anılarıma yapışmış ızdırap ve korku önce hissedilmiş, ardından da yok olmuştu. Artık kendimi çaresiz, çocuk gibi hisler içinde hissetmiyordum (çocuğun kendini ifade edecek bir “dili” yoktur ya hani). Başıboş uçlar işlevsel sol beyin bölgesiyle şimdi anlamlı bağlantılar kurmaya başlamıştı; ve çocukken açıklayamadığım ve ifade edemediğim duygularımı şimdi bir yetişkin olarak açıklayabiliyor, ifade edebiliyordum. Bu iyileşme sürecini devam ettirmek üzere yardım alma umudum/arzum üst düzeydeydi.

On iki haftalık bekleyişten sonra terapistimle ilk kez buluşmam, bu yaşamsal iyileşme sürecini vahşice kesintiye uğrattı. Bir psikiyatriste yönlendirildim ve sonuç “kognitif terapi” eşliğinde Wellbutrin idi (Türkiye’de “sigara bıraktırma” ilacı olarak da kullanılan “Zyban”. Ü.Ö.).

Terapistime ihtiyacım olan şeyi anlattım, eski anılarımı açığa çıkarmak ve hislerimi konuşmak istediğimi söyledim, ama anlamadı. Yaklaşık 10 seans sonra, onun (bayan psikiyatristin) acıyı bastırma/yönetme teorisine uymadığımdan dolayı çaresizliğini hissettim. İyileşmek istediğimi, yine üzerini örtmek/bastırmak istemediğimi söyledim, ama anlamadı. Yirminci seans sonrası ellerini açarak çaresizlik içinde “sana hangi teori uyar ki?” diye sordu. Teoriye ihtiyacım olmadığını, sadece sahip olduğum ve anlayamadığım duygularımla ilgili sorularımın cevaplarını vermesiyle iyileşmeme yardımcı olmasının yeterli olacağını söyledim. Bunun üzerine, onun düzeyinde bir psikoloji eğitiminden geçmemiş olduğum için onun açıklamalarını anlayamayacağımı söyledi bana. Yardım alacağıma, yine hakarete uğramıştım ve düğümlenmiştim. Kısa bir süre sonra, başka bir terapist aradım kendime. Bulduğum bu bayan terapiste de, aynı şekilde nasıl bir yardım beklediğimi anlattım; panik ataklarım ve süreğen korkumla nasıl bir bağ kurmaya çalıştığımı ve bunun için yardım aradığımı söyledim. Rahatsız bir ifadeyle, “analizin nasıl yapılacağını sizin bilmeniz gerekmiyor” diye cevap verdi (“analizin nasıl yapılacağına siz karar veremezsiniz” şeklinde de tercüme edilebilir. Ü.Ö.). Bir kez daha çaresizlik duygusu içinde, onu da bıraktım ve Wellbutrin’le devam ettim.

Yavaş yavaş antidepresanların yan etkilerinin farkına varmaya başlamıştım ve psikiyatristime aldığım aşırı kilolardan ve kabuklu deniz ürünleri (midye vb) ve çikolata alerjisi, uykusuzluk, anfizem (doku ve organlar arasında hava kalması) gibi diğer belirtilerden söz ettim. Şiddetle karşı çıktı ve kilo sorunumun menapozla ilişkili olduğunu söyledi, diğer belirtileri ise hiç önemsemedi. Dört yıllık Wellbutrin kullanımından sonra, daha az yiyor olmama rağmen 30 kilo almıştım.

1998 yılında psikiyatristimi değiştirdim ve yeni psikiyatrist Wellbutrin yerine Effexor verdi.

Yeni bir umut ile 1999 yılında EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing /Göz Hareketi Duyarsızlaştırması ve Yeniden İşlemleme) terapisi hakkında bir şeyler duydum ve bir EMDR uzmanı ile terapilere girdim. Epeyce bir özel seans sonrası HMO içinden EMDR terapisi yapan birini buldum ve parasal nedenlerle ona devam etmeye başladım.

Bir buçuk yıl sonra gördüm ki EMDR korkumu ve panik ataklarımı iyileştirmek adına hiçbir etki yapmamıştı. Sadece geçici baskılayıcı olarak işlev görmüştü. EMDR terapisini bıraktıktan çok kısa bir süre sonra tüm belirtiler yine ortaya çıkmıştı.

İki bin yılında, çok az kalmış gücümü toplayarak tüm “terapileri” bıraktım, antidepresanları attım. Effexor’u bırakmamın sonrası üç ay “ilaç bırakma sonrası etkilerle” yaşadıktan sonra bulanık beynimdeki perdeler kalktı ve ben yavaş yavaş tekrar hissederek yaşamaya başladım. İşin en şoke edici yanı, yaklaşık 7 yıllık antidepresan kullanımının hiçbir şeyi değiştirmediği idi. İlaca başlamadan sahip olduğum semptomlar aynen yerinde duruyordu. Panik ataklar ve çocukluk travmam, 1993’te ilaca başlamadan önce nasılsa aynen öyle canlı bir şekilde oradaydı. Tek fark benim yedi yıl boyunca depresyonla birlikte zombi gibi yaşamamdı.

Antidepresanların bana hediyesi kısa süreli bellek kaybı, 30 kilo ve yeni alerjilerdi. Çocukluk travmamın etkileri hâlâ oradaydı ve yaşamımı eksiye götürüyordu.

İnsanlık adına, psikiyatristlere sordum, niçin bu tehlikeli ilaçları kullanmam gerekmişti? Cevap sessizlikti ve ızdırabımı iyileştirmek için hiçbir önerileri yoktu. Çok geç öğrenmiştim ki, Wellbutrin vücudumdaki her şeyi, tiroidi bile yavaşlatmıştı. Kortisol seviyem 4.8’e düşmüştü. İlacı bıraktıktan sonra yan etkilerden birisi, anfizem kaybolmuştu. Fakat midye ve çikolata alerjim bugün bile hâlâ devam ediyor.

Buzdağının görünen kısmı 60 saat kognitif terapiydi (dört ayrı terapist ile), bu kayıp yıllar boş umutlarla geçmişti, bana sundukları sadece ağrı/acı yönetimiydi ve bunun anlamı bilinçteki zihinsel ızdırabı bastırmaktan başka bir şey değildi. Acımı/ızdırabımı yönetmek istemiyordum, çocuklukta yaşadığım suistimalin yaralarını iyileştirmek istiyordum. Doğal olarak, ne Wellbutrin ne kongitif terapi bunu sağlayamazdı. Her “hasta” gibi boyun eğerek tıp uzmanlarına güvenmeliydim. Aşırı kilo almam ve hâlâ devam eden anksiyetemle ilgili kaygılarım kaale alınmıyordu. Depresyondan, korkudan, anksiyeteden muzdarip biri ona yardımcı olması gereken uzmanlardan başka kime inanabilirdi ki? Effexor’la geçen üç yılın sonunda kısa süreli belleğimin önemli bir kısmını yitirmiştim.

Artık aradığım yardımı alamayacağımı bilerek, semptomları kendim ele almaya başladım. Bilhassa bilinçli olarak geçmişe, BÇT’ye (bastırılmış çocukluk travması) odaklanmıştım, kendi kendime gerçekleştirdiğim terapimde. Bastırılmış anıların su yüzüne çıkmasına izin verdim ve iki kez doğduğum/büyüdüğüm kasabaya gittim gerçekle yüzleşmek için. Acıyı hissettim ve boşalttım, böylece travmayla ilgili tamamlanmamış süreç tamamlanmış oldu. Bu adım adım gerçekleşen doğal süreç ve beni etiketlemeyen, teorileriyle veya kendi sınırlılıklarını bana yansıtarak beni düğümleyenler gibi hareket etmeyen, empatik dostların desteği ile doğal bir iyileşme oluşmaya başladı. Şimdi üç yıl sonra, kendime zihinsel olarak güçlü biriyim diyebiliyorum ve çocukluktaki travmadan kendimi özgür kıldığımı söyleyebiliyorum.

Şimdi Welbutrin ve Effexor’un, yavaş çalışan bir metabolizma ve kısmi kısa süreli bellek kaybı gibi kalıntı etkileriyle uğraşıyorum.

Son olarak Çocukluklarında Suistimale Uğramış Yetişkinler’in benimle iletişim kurduğunu ve sadece çocuklukta başlarından geçen kötü hadiseleri (travmaları) değil, psikiyatristler, psikologlar ve terapistlerle yaşadıkları utanç verici deneyimleri de bana ilettiklerini söylemek isterim (Adults Abused as Children Worldwide/ Çocukken Suistimale Uğramış Yetişkinler adlı web sitesine göz atabilirsiniz: www.aaacworld.org ). Çaresizlik içinde çeşitli kurumlara, hatta kiliselere bile yardım için başvurmuşlardı. Bazıları on yıldan uzun bir süre hiçbir sonuç vermeyen terapideydiler. Çoğu antidepresanlar kullanıyordu ve/veya çeşitli terapilerle travmalarını bastırmaya programlanmışlardı. Bazıları ise din öğretisine kapılmış ve bir tanrıya körlemesine itaat etmenin yaşamlarını değiştireceğine ve iyileştireceğine inanmışlardı.

Erken çocuklukta yaşanan travmanın, anksiyetenin, depresyonun etkileri, travma ellenmemiş/işlemden geçirilmemiş olarak bırakıldığı müddetçe canlı kalacaktır. Diğer rahatsızlıklar ve yan etkiler iyileşme fırsatı tanınmamış herkesin hayatına hakim olmaya devam edecektir.

Zihinsel iyileşmenin, ancak yargılamadan, etiketlemeden ve yardım arayanları teorilerle sınırlamadan, sürece empatiyle destek olarak gerçekleşebileceği konusunda benimle aynı fikirde olan birkaç terapistle tanıştım sadece. Maalesef, psikolojiyle ilgili profesyonellerin çok azı böyle bir şeyi gerçekleştirebilecek durumda. Çoğu zaman, terapist böyle bir empatik destek sunma becerisine sahip değil, çünkü kendi yüzleşmedikleri çocukluk travmaları, yardım etmeye soyundukları kişilerin iyileşme sürecine eşlik etmelerine engel oluyor.

Bu alanda çalışan tüm profesyonellere seslenmek istiyorum:

İnsana saygı duyun. Danışanlarınızı, kendilerinin (iç dünyalarının) daha çok farkına varmaları için destekleyin ve sordukları her soruyu üstün olduğunuzu varsaymadan cevaplayın (ya da "üstünlük taslamadan" da denebilir. Ü.Ö.)

Eğitiminizi akıllı bir şekilde ve sadece o kişiyi özgür kılmak üzere uygulamaya yansıtın, teorilerinizle veya doktrinlerinizle yeni bağımlılıklar ve çaresizlikler oluşturmak üzere değil.

Genç psikologlara en yaşamsal şeyi öğretin (zorunlu ders programlarınızın yanı sıra): her insanın tam bütünlüğe sahip sağ beyinle dünyaya geldiğini ve yaşamı boyunca duygularıyla varolan bir yaratık olduğunu.

Hepsinden önemlisi, psikolojiyi veya psikiyatriyi kişisel sebeplerle seçenlerin, sol beyin bölgesi bilgilerini insanların acılarına çare diye sunmadan önce, kendi travmalarını hissetmelerini ve iyileştirmelerini tavsiye ederim. Unutmayalım ki, zihinsel/duygusal acının iyileştirilmesi tek başına sol beyin bölgesiyle oluşturulmuş bilgiyle sağlanamaz, çünkü hepimiz mükemmel bir şekilde çalışan sağ beyin bölgesiyle, duygularımızla, dünyaya geliyoruz; suistimal ve travmayla zarara/hasara uğramış olan da bu duygularımız.

 http://www.boxbook.com/Writing_table/letters/psychologist.htm

http://www.sabah.com.tr/haber,78C1AC73F7A74A59860A62493DF1967B.html

Hiperaktivite ilacı kullanan çocuk intihar etti

HİPERAKTİVİTE tedavisi gören ve 'Ritalin' isimli ilacı kullanan 15 yaşındaki İngiliz Anthony Cole, kendini astı. Gencin intiharı ilacın yan etkileri ile ilgili şüpheleri artırdı. Çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite tedavisi için kullanılan 'Ritalin', daha önce de uyku bozukluğu, agresiflik ve benzeri yan etkilerinden dolayı eleştiri almıştı. Ailesi, Anthony'nin intihardan bir gün önce annesine miras mektubunun nasıl yazıldığını ve yaşam sigortasını sorduğunu belirtti.

 

 

Yeni Bir Akıl Hastalığı Bulundu: Meslekî Düşünce Bozukluğu

DSM adıyla bilinen Psikiyatri Teşhis Elkitabı’nın bir sonraki baskısı için yeni bir “akıl hastalığı” önerisi yapıldı. Avrupalı psikiyatristlerin, kendi meslekî grupları içinde çok sık rastlandığını ileri sürdükleri bu akıl hastalığının listeye eklenip eklenmeyeceği ise merak konusu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında psikiyatrik hastalık listesine sürekli artan bir oranda yeni hastalıklar eklendiği biliniyor. Nerdeyse gündelik hayatımızda yaşadığımız her zorlanma ya da sergilediğimiz her farklı davranış “akıl hastalığı” olarak etiketleniyor.

Şimdi ise bizzat psikiyatristler, sergiledikleri mesleklerinin özüne aykırı davranışları nedeniyle “akıl hastalığı” etiketiyle karşı karşıyalar.

Avrupalı Psikiyatristler Birliği’nin 21. olağan kongresinde “özel oturumda” bu yeni durumu enine boyuna tartışan psikiyatristler, “Meslekî Düşünce Bozukluğu” adını verdikleri “akıl hastalığının” bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nde daha sık görüldüğünü ve bu hastalığa yakalanmış psikiyatristlerin bir an evvel tedavi olmaları gerektiğini belirttiler.

Tedaviyi kabul etmeyen psikiyatristlerin ise bir an önce meslekten uzaklaştırılmasını şart gördüler. Tedavi edilmeyen “Meslekî Düşünce Bozukluğu”nun, bu psikiyatristlerden yardım alan insanlar için büyük bir tehlike oluşturduğuna da dikkat çekildi.

Bu akıl hastalığının belirtileri ise şöyle sıralandı:

- entelektüel ve ahlakî açıdan herkesten üstün olduğunu düşünmek

- kendi duygularıyla başetmek konusunda ciddi zorlanmalar yaşamak

- yardım ettiği kişilerin duygularını anlamakta ciddi zorlanma yaşamak

- kendi yaşadığı stresin farkında olamamak

- insanlarla açık bir iletişim kurmakta ciddi engelleri olmak

- yardım ettiği kişilerle ve başkalarıyla iletişimde çok katı bir tavır sergilemek; karşıdakini hiçe saymak, karşıdakine kaba davranmak ve karşıdakini dinlememek

- çok katı inançlara sahip olmak ve bu inançları kanıtları olan gerçeklermiş gibi sunmak

- yardım ettiği kişiye ve iletişim kurduğu herkese, o anda konuşulan konuyla hiç alakası olmayan tuhaf sorular sormak

- kendisini çok önemli, çok zeki, çok üstün görmek; bu üstünlük duygusunu zedeleyebilecek türden eleştiri yapan herkesi akıl hastası olarak etiketlemek

- dünyayı kendi üstünlüğüne karşı hareket eden bir güç olarak görmek, sanrılar yaşamak

- kendi dürtülerini ve arzularını, yardım etmeye kalkıştığı kişinin dürtü ve arzularından ayırt edememek; örneğin karşıdaki insanı kızdıracak bir söz söylediğinde ve karşıdaki da bu söze kızdığında, bu kişinin kızgınlığını bir akıl hastalığı sonucu olarak görmek

- mesleğinin özünün insanlara yardım etmek olduğunu unutmak; mesleğini bir iktidar aracı olarak kullanmak

- zor durumdaki insanları, sadece bir beden olarak görmek ve sadece ilaç vermek

- zor durumdaki çocuklara, çocuklarda kullanımının tehlikeli olduğunu bile bile yetişkin ilaçları vermek

- bir düşünce bozukluğu yaşıyor olduğunu inkar etmek

 

Psikiyatristlerden yardım alan insanların ve bilhassa yakınlarının bu “akıl hastalığı” ile karşılaştıklarında derhal görüşmeyi kesmeleri ve ilgili birimlere durumu bildirmeleri gerektiği önemle vurgulanıyor.

Aksi durumda, yani bu uzmanlarla görüşmeye devam edildiğinde, yardım alan kişinin durumunun daha da kötüye gideceği kaçınılmaz bir sonuç olarak görülüyor. Bu durum ilgili birimlere bildirilmediğinde ise, bu akıl hastalığını yaşayan uzmanın kendi başına ben hastayım deme olasılığı sıfıra yakın olduğu için, bu uzmandan yardım alacak başka insanlar da ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olacaklar.

 

 

POZİTİF DÜŞÜNMEK LAZIM

İnsan ancak belirli şartları oluşturarak ve önce kendisini tanıyarak pozitif düşünmeyi ve bunu alışkanlık haline getirmeyi başarabilir

Sadece söyleyerek pozitif düşünemezsiniz. Bunu yapmak için kendinize zaman ayırmalı, çatışmalardan uzak durmalı, korkularınızla yüzleşmelisiniz.

Her geçen gün hayatından memnun olmayan insan sayısı artıyor. Sorunlarıyla uğraşmaktan fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak yorgun düşmüş bir çok insan, hiçbir şeyin düzelmediğinden ve her gün işlerin biraz daha kötüye gittiğinden yakınıyor.

Oysa sorunlarla başa çıkabilmek için yapılması gereken ilk şey; pozitif düşünmek. Ancak pozitif düşünebilmek öyle kendiliğinden olabilecek bir şey değil. Günümüz dünyasının koşullarında binlerce farklı uyaran tarafından etrafımız sarılmışken pozitif düşünebilmek için doğru şekilde hareket etmek gerek.

Öncelikle pozitif düşünebilmek için uygunabilecek tek bir formül olmadığını belirtmekte yarar var. İnsan ancak belirli şartların oluşması sonucunda pozitif düşünebilmeyi başarabilir. Diğer bir deyişle, bazı şartlar gerçekleşmeden pozitif düşünmek için gerekli şartların oluşması mümkün değildir.

Pozitif düşünebilmek için kişinin öncelikle içinde bulunduğu koşulları analiz etmesi, genel psikolojik ve fiziksel durumunu kontrol altına alması gerekir. İnsanların sadece kendi kendilerine telkin yoluyla pozitif düşünebilme noktasına ulaşması, diğer bir deyişle insanın sadece kendi kendisine "pozitif düşün" mesajı vererek pozitif düşüncelere yönelmesi çok zordur.

Bu nedenle kişisel yaşamımızda devamlılık gösterecek bir kaç sağlam hamle ile hayata daha pozitif yaklaşmayı daha kolay bir biçimde başarabiliriz.

KENDİNİZE ZAMAN AYIRIN

Hayatımızın çoğunu kuru kalabalık içerisinde oradan oraya sürüklenerek geçiririz. Kişisel süreçlerimizi daha sağlıklı yaşayabilmek için arada sırada hayatın içinde mola vermek ve kendimizle baş başa kalmak; zihinsel, duygusal ve fiziksel açıdan kendimizi daha iyi hissetmemiz için oldukça yararlıdır.

Kendinize zaman ayırarak, kişisel süreçlerinizi daha yakından tanıyıp, pozitif düşünmek için ihtiyacınız olan adımları daha iyi planlayabilirsiniz. Kişinin kendisine zaman ayırması, kendisini yüceltmesi demektir. Pozitif düşünebilmek için kendinizi yüceltmekten kaçınmayın.

ÇATIŞMADAN KAÇIN

Çatışma, hayatımızın bir parçası olarak her an her şekilde karşımıza çıkabilir ve doğası gereği olumsuz özellikler gösterdiği için de pozitif düşüncenin tam anlamıyla düşmanıdır. Çatışmanın kaçınılmaz olması, ondan uzak durulamayacağı anlamına gelmez.

Negatif enerjinin varlığını hissettiğiniz an, negatif enerji kaynağından uzak durmak, çatışmanın ortaya çıkıp olumsuz sonuçlar doğurmasını engellemek için etkili bir yöntemdir. Sebep ne olursa olsun, çatışmaya girmeden önce, kaybedeceğiniz enerjiyi hesaba katarak olumsuz düşüncelerden uzak durmanız gerektiğini asla aklınızdan çıkarmayın.

NEDEN SORUSUNA CEVAP VERİN

Her ne şekilde hareket ederseniz edin, ne yaparsanız yapın ya da ne düşünürseniz düşünün, her zaman "neden" sorusuna cevap verebilmelisiniz. Bu şekilde kendi hayatınız üzerinde kontrol sahibi olma gücünüzü daha çok arttırmış olursunuz. İnsan, çoğu zaman davranışlarının sonuçları ortaya çıktıktan sonra gerekli analizleri yapar.

Oysa daha önce "neden" sorusuna verilecek cevaplar, pozitif düşünebilmek ve hayata daha pozitif yaklaşabilmek için gerekli ön zemini hazırlayacaktır. Hayatta her şeyin bir nedeni vardır ve bu nedenlerin farkında olmak, bizi olumlu düşünebilmek için hayat karşısında daha güçlü kılar.

KORKULARINIZLA YÜZLEŞİN

Olumsuz düşüncelerin arkasında genellikle içimizde fark edilmeden ortaya çıkan ve gelişip büyüyerek hayatımızı kontrol altına alan korkularımız vardır. Pozitif düşünebilmek için önemli bir adım bu korkular ile yüzleşmektir. Korkmak tutsak olmakla aynı şeydir. Korkularımız kendilerini göstermezler. Sadece gerekli olduğunda ortaya çıkarlar.

Onların farkına vardığımız an onlarla başa çıkmak için mücadele etmeye başlamamız gerekir. Aksi takdirde korkular olumsuz düşünceleri yaratır ve güçlendirir. Pozitif düşünebilmek için korkularımızla yüzleşip onları tanımamız, onlarla başa çıkmak için harekete geçmemiz gerekir.

BAŞKALARINI ÖNEMSEMEYİN

Hayatımızın hemen her alanında başkalarıyla birlikte olmak zorunda kalırız. Bu nedenle içinde bulunduğumuz grupların diğer üyelerinin üzerimizde etkili olması farkında olmadan kapılabileceğimiz bir durumdur.

Diğer insanların bizim ne düşündüğümüz ve ne yaptığımızla yakında ilgilendikleri fikri, olumsuz düşüncelerin çok çabuk ortaya çıkmasına yol açabilir. Kendimize olan güvenimizi arttırmak ve etrafımızdaki insanların üzerimizde yarattığı baskıdan kurtulmak için atılan her adım, pozitif düşünmek için bize yardımcı olacaktır.

SAĞLIK VE SPOR

Sağlıklı beslenmek ve spor yapmak insanın fiziksel açıdan kendisiyle ilgilenmesi ve zihinsel süreçlerini kendi kontrolü altında daha olumlu bir seviyeye ulaştırması için önemlidir.

Kendinizi fiziksel olarak rahat ve iyi hissederseniz, düşüncelerinizin de pozitif olması ve daha olumlu bir bakış açısına sahip olmanız kolaylaşır. Daha pozitif düşünceler için sağlıklı beslenmeniz ve spor yapmanız gerektiğini unutmayın.

GEÇMİŞ GEÇMİŞTE KALSIN

Kötü anılar, olumsuz duyguların ortaya çıkmasına yardımcı olma özelliğine sahiptir. Geçmişte yaşadığımız kötü şeyleri hatırladıkça, hissettiğimiz olumsuz duyguları da hatırlar ve zihinsel olarak o günlere geri döneriz.

Önemli olan böyle bir durumda kötü şeyleri unutmak değil, onların hafızalarımızda edindiği mevcut önemi azaltmaktır. Geçmişin önemini azaltarak onun düşüncelerimizi olumsuza çevirmesine engel olabiliriz. Geçmişi geçmişte bırakıp, geleceğe bakmak dönmek iyi bir başlangıçtır.

HAYATA KARŞI ESNEK OLUN

Esneklik, hayat karşısında daha rahat hareket etmemizi sağlar; sert ve kesin tavırlar zorlanmamıza ve kırılıp yok olmamıza yol açar.

Esneklik, pozitif düşünebilmek için çok önemli bir ön koşuldur; çünkü farklı alanlara hareket edebilme yeteneğimizin olması alternatif açılardan bakabilmemizi ve farklı şekillerde düşünüp daha kolay bir şekilde
pozitif düşüncelere odaklanabilmemizi sağlar.

NLP NEDİR? NE DEĞİLDİR?

NLP İLE TUVALETE GİTMEK...
NLP NEDİR? NE DEĞİLDİR?

"NLP" İngilizce "Neuro-Linguistic Programming" ifadesinin baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır. Her nedense bu ifadeyi Türkçe'leştirmeye çalışan birileri "Sinir Dili Programlaması" diye tercüme etmişler. Açıkçası bu Türkçe açıklama bana hiçbir şey ifade etmiyor.

İnternette biraz dolaşıp baktım. Anladığım kadarıyla bu Türkçe ifade bu işle uğraşanlara da birşey ifade etmiyor ki, hepsi de web sitelerinde "'Neuro-Linguistic Programming' ifadesinin Türkçe'si ‘Sinir Dili Programlaması'dır" diyor, ama bu ifadenin Türkçe'sinin kısaltması olan "SDP"yi değil de hala İngilizce ifadenin kısaltması olan "NLP"yi kullanıyorlar.

Bilmiyorum, belki de "NLP" ifadesinde bir mistiklik oluşturmaya ve çekiciliğini artırmaya çalışıyorlar.

Bugüne kadar "NLP" ile ilgili hiçbir yazı yazmadım. Ancak NLP'nin ne olduğunu öğrendiğim yılların 1980'li yıllara, yani çok eskiye dayandığını ve bu konuyu Türkiye'deki hemen hemen hiç kimsenin bilmediği yıllarda öğrendiğimi söyleyebilirim. Doğrusunu söylemem gerekirse NLP hiç ilgimi çekmemişti. Çünkü mevcut bildiğim şeylerden farklı birşey değildi. Ve düşünme sistemime bir katkısı olmamıştı.

İşin ilginç tarafı Türkiye'de NLP'yi öğrendiğini iddia edenlerin çoğu NLP'yi öğretmeye çalışmıyor. Büyük bir çoğunluk "NLP ile başka birşeyi öğrettiklerini" iddia ediyorlar. Birkaç örnek vermem gerekirse, bu iddialar şu şekilde sıralanıp gidiyor;

  • NLP ile 7 Günde İngilizce,
  • NLP ile Matematik,
  • NLP ile Çocuğunuzun Zekasını Geliştirmek,
  • NLP ile Anlayarak Hızlı Okuma,
  • NLP ile ÖSS Hazırlık Kursları,
  • NLP ile Beyni Etkin Kullanmak,
  • NLP ile Tuvalete Gitmek...

(Hepinizden özür diliyorum. Aslında son maddede yazan "NLP ile Tuvalete Gitmek" gibi birşey öğrettiğini iddia eden hiç kimse yok. Bu maddeyi ben ekledim. "NLP ile herşey yapılabiliyorsa, NLP ile tuvalete gitmek de olabilir" diye düşündüğüm için. "NLP ile" ifadesinin yanına ne koyarsan gidiyor anlaşılan).

Yukarıdaki başlıklardan NLP'yi öğrenenlerin NLP'yi öğretmek yerine, NLP ile başka birşeyleri öğretmeye çalıştıkları açıkça görülüyor. Yani yukarıdaki başlıklardan çıkarttığım şey, NLP bir sihirli değnek ve onunla herşeyi yapabiliyorsunuz. Örneğin aylar, hatta yıllar süren İngilizce eğitimini, NLP'yi öğrenen kişi hemen size 7 günde öğretebiliyor! Kişi NLP eğitimcisi olmuyor da, hemen başka birşeyin yani İngilizce'nin eğitimcisi oluveriyor! İlginç değil mi?

NLP'nin kurucularından olan John Grinder da bir röportajında NLP'yi öğrenenlerin % 99'unun NLP'nin özünü öğretmekle uğraşmadıklarını, aksine bu işi paraya dönüştürmek için NLP'nin başka alanlarda uygulanması paketleri" oluşturma çabası içinde olduklarını, bunun ise NLP'nin özü olmadığını ifade etmektedir.

Eminim yukarıdaki başlıkları görseydi, temelini attığı NLP ile neler yapılabildiğine kendisi de şaşıp kalırdı. Ben bir adım daha ileri gidip, yukarıda başlıklar halinde verilen iddiaların John Grinder'in söylediği NLP'nin uygulama paketleri kapsamında da olmadıklarını açıkça ifade etmeliyim. Bunu bir örnekle açıklayacağım. Ancak örnekten önce "NLP'nin Özü"nün ne olduğunu John Grinder'in kendisinden öğrenelim.

Yoğunluk nedeniyle yukarıdaki filmi izliyemiyorsanız lütfen buraya tıklayın.

NLP neymiş? John Grinder'den öğrendiğimize göre, NLP bir modelleme prosesi imiş. Özet olarak söylenen şu; Bir kişi başarabiliyorsa, sen de başarabilirsin. Peki bunu nasıl yaparım? Başarılı olmak istediğin konuda başarılı olan bir kişiyi modelleyerek. Peki bu modelleme nasıl olacak? İşte bu sorunun cevabını veriyor veya öğretiyor NLP. Biraz daha açıklarsak;

Model olarak aldığın kişi ile senin arandaki derinlerdeki düşüncel, zihinsel ve uygulama farklılıklarını inceleyeceksin. Senin başarılı olamamana sebep olan şeyin psikolojik bir saplantı veya eski bir negatif tecrübeye mi dayandığını tespit edeceksin. Varsa bu saplantı veya saplantıları NLP'nin öğrettiği tekniklerle yok etmeye çalışacaksın. Bu arada model olarak aldığın kişinin senden farklı olarak neler yaptığını belirleyip, onları sen de yapacaksın. İşin özeti şu; Model aldığın kişi ile farklı olan taraflarınızı ne kadar yok edersen, model aldığın kişinin başarısına o derece yaklaşacaksın.

Biraz daha basite indirgersek. Örneğin zeka seviyesi sizle aynı olan bir arkadaşınız var diyelim. Her ikiniz de ÖSS sınavına hazırlanıyorsunuz. Son iki yıldır aynı sınıftasınız ve başarı seviyeniz de aynıydı (yani bu özel örnekte beynin derinliklerindeki bilinçaltında düşünsel farklılıkların olmadığını kabul ediyoruz). Ancak son zamanlarda onun matematik derslerinde sizden daha başarılı olmaya başladığını fark ettiniz diyelim. NLP ile bu sorunu nasıl çözersiniz?

NLP bu sorunu çözmek için, "Arkadaşınız son zamanlarda matematikle ilgili sizden farklı neler yapıyor tespit edin ve onun yaptıklarını siz de yapın" diyor. Diyelim ki bu farklılıkları incelediniz ve şunları buldunuz; Eskiden sizinle sinemaya giderken, son zamanlarda gelmiyor; Eskiden sizinle top oynamaya gelirken, şimdi gelmiyor. Eskiden akşamları daha erken yatarken, artık geç yatıyor. Peki ne yapıyor. Tabii ki bu sürelerde sadece matematik çalışıyor. NLP size; "siz de modellediğiniz kişiyle aynı zamanlarda aynı şeyleri yapmaya çalışırsanız aynı başarıya ulaşırsınız" diyor. Bu doğru bir tespit mi? Kesinlikle, EVET.

Peki şimdi siz matematik dersinde arkadaşınızla aynı başarıyı elde etmek için bir model bulmadınız mı? Bunun cevabı da, EVET. Öyleyse bu modeli başkalarına da öğreterek para kazanabilir misiniz? Bunun cevabı hem EVET, hem HAYIR.

Yaptığınız uygulamadan öğrendiklerinizi öğreterek para kazanmak için iki farklı şey yapabilirsiniz;

1-) "Sizden daha başarılı olan bir öğrenciyi nasıl modellersiniz?" deyip, kişiye modellediği kişi ile kendisini arasındaki farklılıkları nasıl tespit edip, bu farklılıklar için neler yapması gerektiğini öğretebilirsiniz. Bu kesinlikle NLP'nin özünü öğretmektir veya NLP'nin özel bir alanda - öğrenci başarısı modelleme uygulama paketi - öğretilmesidir.

2-) "NLP ile Matematik" deyip, sizin matematik dersiyle ilgili kendi arkadaşınızı modellerken elde ettiğiniz uygulama sonucunu bir eğitim paketi yapıp, bunu hazır bir "uygulama paketi" olarak da satmaya çalışabilirsiniz. Ancak bunun NLP'nin özü ile bir ilgisi olmadığı gibi, çok özel bir durum olmadıkça, NLP'nin bir uygulama paketi olması dahi mümkün değildir (özel durum, bu paketin sadece sizinle bire bir aynı şartlara ve farklara sahip olan bir öğrenciye uygulanabilir olmasıdır, ki böyle bir özel durumu bulmak oldukça güçtür).

Sizin arkadaşınızın matematik başarısına ulaşmak için elde ettiğiniz uygulama paketiniz şudur; "Arkadaşlarınız sizi top oynamaya çağırdığı zaman gitme ve o sürede matematik çalış; Arkadaşlarınız sizi sinemaya gitmeye çağırdığı zaman gitme ve o sürede matematik çalış; Ayrıca eskisine göre biraz daha geç yat ve bu sürede matematik çalış". Çünkü sizin arkadaşınızı modellemeniz sonucu elde ettiğiniz "çözüm paketi"niz buydu.

Şimdi sizin para kazanmak için "NLP ile Matematik" deyip, bunu yıllardır temeli eksik kalmış, matematikte hiç başarılı olamamış, hep kötü not almış, matematik dersinde sınıfın en kötüsü olmuş, hatta sizden biraz I.Q. seviyesi de düşük olan bir öğrencinin ailesine çözüm olarak önermeniz doğru mu? Kesinlikle bu doğru bir davranış değil. Ancak bu öğrenciye "Sizden daha başarılı olan bir öğrenciyi nasıl modellersiniz?" eğitimini satmanızda bir sakınca yok. Bu eğitimin onun matematik konusunda başarısını garanti edeceğini kesinlikle söyleyemem. Ancak belki kısmen faydasının olabileceğini söyleyebilirim. Bu öğrencinin öncelikle ihtiyacı olan şey "İYİ BİR MATEMATİK ÖĞRETMENİ" ve "İYİ BİR MATEMATİK EĞİTİMİ"dir.

Buradan çıkartılacak ders şudur;

NLP NE DEĞİLDİR?

NLP bir İngilizce Öğrenme veya Öğretme Tekniği Değildir,

NLP bir Matematik Eğitim Tekniği Değildir,

NLP bir Hızlı Okuma Tekniği Değildir,

NLP Çocukların Zekasını Geliştirme Tekniği Değildir,

...

PEKİ, NLP NEDİR?

NLP SADECE VE SADECE BİR MODELLEME TEKNİĞİDİR.

 

Yukarıdaki filmdeki açıklamalardan ve altında buraya kadar izah edilenlerden, artık NLP'nin ne olup, ne olmadığını biliyoruz. Şimdi gelelim "NLP ile ..." diye başlayan ifadelerin nasıl bir iddia olduğuna. Örnek olarak an baştaki iddiayı ele alalım;

NLP ile 7 Günde İngilizce...

Bu başlığı seçmemin özel bir nedeni var. Bir süre önce İstanbul'da verdiğim bir eğitimden Ankara'ya dönerken uçakta yanımdaki koltuk boştu. Önlerden bir kişi gelip, "Hocam yanınıza oturabilir miyim? Birkaç soru sormak istiyorum" dedi. Oturdu, Ankara'da bir kurumda orta seviyede bir yönetici olduğunu belirterek şunları sordu;

"Hocam yedi günde İngilizce öğrenmek mümkün mü? Ben şu anda ‘NLP ile 7 Günde İngilizce' kursundan geliyorum. Hem de çok yüksek bir ücret ödedik. Hiçbir şey öğrenemedim. Paramız da boşa gitti. Problem bende mi acaba? Başkaları 7 günde öğrenebiliyor da, ben mi öğrenemiyorum? Ya da, gerçekten dünyada 7 günde İngilizce öğrenebilen var mı?"

Kursu veren kişilerin iddia ettikleri şeyi sağlayamadılarsa, bunu neden onlara sormadığını ve parasını geri istemediğini sordum. 7 günde İngilizce öğrenemediğini onlara da söylediğini, buna karşılık grubun kendisine bu kursun devamı olan yine çok pahalı yeni bir eğitime daha katılması gerektiğini söylediklerini ifade etti. Evet, konu anlaşılmıştı...

"Peki, o zaman paranızı neden geri istemediniz?" diye sordum.

"Hocam kurs paramızı kişisel ödemedik, kurumumuz ödedi. Ayrıca İngilizce öğrenemedik, ama bu arkadaşlar bize iyi ve çok misafirperver davrandı. Bu kurs sayesinde biz de iş ortamından biraz uzaklaşmış olduk ve dinlenmiş olduk. Parayı geri istemeye yüzümüz tutmadı" diye cevap verdi.

"Bu kadar parayı ödedikten sonra, size çok iyi ve misafirperver davranacak çok kişi bulabilirsiniz" dedim.

Daha sonra da bu eğitime katılma sürecini şöyle özetledi;

"NLP ile 7 Günde İngilizce" ilanı ile internette karşılaşıp, bilgi almak için aynı kurumdan bir arkadaşıyla telefonla İstanbul'u aramışlar. Böyle bir talepleri olmadığı halde, hemen aynı hafta içinde İstanbul'dan iki kişi bunları kursa katılmaya ikna etmek için Ankara'ya iş yerlerine gelmiş. NLP ile İngilizce öğrenmenin kolaylıklarından ve bu harika buluştan bahsetmişler. Hatta kurumun üst yönetimine de çıkmışlar ve onları da bu arkadaşları kursa göndermeleri için ikna etmeye çalışmışlar. Arkadan birkaç hafta daha İstanbul'dan Ankara'ya gelerek ikna seanslarına devam etmişler. Ve sonunda kurum üç orta seviye yöneticiyi bu kursa göndermeye karar vererek ödemeyi yapmış. Her bir kişi için yaklaşık 4000.- TL olmak üzere 7 günlük eğitim için toplam 12.000.- TL ödenmiş. Bu 7 gün içinde yabancı hocalar gelmiş, bir gün "Fransız aksanıyla İngilizce" öğrenmişler, diğer bir gün İspanyol aksanıyla İngilizce öğrenmişler. Söylendiğine göre farklı aksanlı İngilizce öğrenimi bu eğitimin olmazsa olmazı imiş. Neden böyle olması gerektiğini anlayabilmiş değilim.

Neyse amacım size "7 Günde İngilizce" kursunun nasıl olduğunu izah etmek değil. Bu iddianın ne demek istediği. İddia şunu söylüyor;

"NLP ile 7 Günde İngilizce" İfadesinin Açıklaması

Biz NLP ile öyle bir modelleme yaptık ki, hiçkimsenin keşfedemediği bir metot keşfettik. 7 günde İngilizce öğrenebilen kişileri (varsa lütfen bana da haber verin) inceledik! Bir yıl çalıştıkları halde İngilizce öğrenemeyenlerle 7 günde İngilizce öğrenenlerin arasındaki farkı tespit ettik. Bu modelleme sonucunda aynı şeyi biz de başardık. Aynı modelle size de 7 günde İngilizce öğreteceğiz.

İkinci bir lisan olarak hem İngilizce öğrenme, hem de İngilizce öğretme teknikleriyle ilgili çok sayıda bilimsel çalışma ve araştırmalar vardır. Bu bilimsel araştırmaların çoğu nasıl öğretilmeli ve nasıl öğrenmeli metotları üzerinde çalışmaktadır. Şüphesiz bilimsel çalışmalar çok sayıda denek üzerinde denenmekte ve aynı sonuç alınırsa kabul görmekte, hakemli bilimsel dergilerde yaynlanmakta ve sonuç olarak uygulamaya koyulmaktadır.

İyi bir İngilizce öğretmeni olmak istiyorsam, İngilizce veya ikinci lisan öğretme teknikleriyle ilgili bilimsel çalışma sonuçlarını takip etmem, bu konuda formal bir eğitim almam ve bunları uygulamam gerekir. Daha iyi ve kolay İngilizce öğrenmek istiyorsam, bu konuyla ilgili olarak yapılan bilimsel çalışma sonuçlarını takip etmem gerekir.

İşin ilginç tarafı, hiçbir bilimsel çalışma bugüne kadar bırakın bir ayı, 7 günde İngilizce öğrenilebileceğini keşfedemedi.

"7 Günde İngilizce" mümkünse, "Peki o zaman neden üniversitelerin hazırlık okullarında öğrenciler İngilizce öğrenmek için bir yıllarını harcıyorlar?" diye sormazlar mı?

Peki cevap ne? Cevap yok...

Tabii, bu arada NLP konusuyla, bu konuyu istismar etmeden, hakkıyla ilgilenen ve eğitim veren kurumlar ve şahıslar da var. Onların hakkını yemeyelim. Onları kesinlikle bu sınıfa koymuyorum. Onlar NLP ile bunu veya şunu öğretiyorum veya öğretiyoruz demiyorlar. Onlar sadece NLP'yi öğretiyorum diyorlar ve "NLP Practitioner", "NLP Master Practitioner", "NLP Trainer" ve "NLP Master Trainer" gibi eğitimler veriyorlar. Ayrıca öğrendiklerini ve tecrübelerini "Yaşam Koçluğu" veya "Yaşam Koçu" başlığı altında başkalarına öğretmeye ve uygulatmaya çalışıyorlar.

Tüm hayallerinizin gerçekleşmesi dileklerimle...

Melik Duyar
Dünya Hafıza Şampiyonu
Dünya Hafıza Olimpiyatları Başkanı
© 2009 – Melik Duyar – Mega Hafıza Ltd.