29 Ocak 2010 Cuma

Beynin kötü şakası: Panik atak

Gittikçe zorlaşan hayat şartları, yaşanan yoğun stres ve benzeri birçok olumsuzluk ile ortaya çıkabilen “panik atak”, çağın hastalığı haline geliyor. Hastalığı “Akut ve ani olarak gelişen yoğun korku ve anksiyete nöbeti” olarak tanımlayan Reem Nöroloji Merkezi kurucularından Doktor Mehmet Yavuz, panik atak hastalarının endişe ve panik dolu yaşamlarını, tedavi yöntemlerini, alınması gereken tedbirleri şöyle anlatıyor…

Hastalığın beynin kişiye kötü bir şakası olduğunu belirten Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, atak esnasında kişinin, öleceğini ya da çıldıracağını düşünerek panik havası ile ne yapacağını şaşırdığını vurguluyor. Beyin henüz belirlenemeyen bir sebepten dolayı vücuda acil hastalık alarmı veriyor, bu andan itibaren vücudun tüm organları aslında mevcut olmayan bu hastalığa karşı savunmaya geçiyor. Panik atak rahatsızlığında kişi çoğunlukla kardiyovasküler rahatsızlıklar, felç ve beyin kanaması gibi beyin hastalıkları, mide kanaması, bulaşıcı hastalıklar gibi durumlar ile karşılaştığını düşünüyor.

Dr. Mehmet Yavuz panik atakla ilgili şu örneği veriyor:  “Diyelim ki, beyin kalp krizi alarmı verdi. Bu durumda nabız hızlanır, tansiyonda iniş çıkışlar (daha ziyade yükselme) yaşanır, terleme olur, kana geçen fazla miktarda adrenalinden dolayı ısı derecesi düşer, el ve kollarda uyuşmalar olur, vücut beyinden gelen alarma karşı üst düzey savunmaya geçer. Böylece kalp krizi geçirdiğini sanan birey, yaşadığı yoğun ölüm korkusu ile kendini en yakın sağlık merkezine zor atar. Ancak hastanedeki tüm tetkikler kalp krizinin olmadığını gösterir. Kişi bununla da yetinmez olası tüm araştırmaları farklı sağlık merkezlerinde tekrar yaptırır. Hiçbirinde sonuç farklı değildir. Tüm doktorlar kalp yönünden sağlam raporu vermesine rağmen, bilinmeyen bir zamanda yine aynı sendrom yaşanır. Kişi her defasında “Ya gerçek kalp krizi yaşıyorsam…” şüphesi ile yine hastanelere koşar. Bu durum böyle yaşanır durur.”  

Araştırmalar sonucunda bu rahatsızlığa yakalanan kişilerin çoğunluğunun zeki, mesleklerinde başarılı, iş-güç sahibi kimseler olduğunu belirten Dr. Yavuz, bu kişilerin genelde hassas, kendilerine ve çevrelerine önem veren, dostluklara değer veren tipler olduğunu vurguladı. Dr. Yavuz, dolayısıyla panik atağın, kişilik zayıflığından kaynaklanmadığını ve  kendi iradesi ile üstesinden gelebileceği bir durum olmadığının da altını çiziyor.

Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, insanın bu rahatsızlık süresinde yaşadığı zorluklardan şöyle bahsediyor: “Normalde insan bir kez ölümü yaşar ve hayat biter. Ancak panik atak hastaları için durum böyle değildir. Onlar her atakta bir defa ölürler. Panik atak hastaları, birçok hekim farkında olmasa da aslında tedavi açısından en öncelikli hastalardır. Atak esnasında panik halinde en yakın sağlık kurumuna koşarlar. Hatta atak gelir de müdahale yapılamaz korkusu ile hastanelerden çok uzaklaşmamaya çalışırlar. Hayat tarzlarını her an hastaneye ulaşacak şekilde programlarlar. Atak olarak hissettikleri belirtilerin psikolojik olduğunu ve aslında gerçekten o hastalığın olmadığını düşünselerde, kendilerini ikna edemezler. Bu konuda çevrenin telkinleri de çok etkili olmaz. Kişi, her atak olduğunda hissettiği hastalığı, tüm gerçekliği ile vücudunun tüm sistemleri ile belirtileri yaşar.

Panik atak nasıl tedavi edilir? 

Panik atak tedavisinde ilaç tedavisi, psikoterapi ve TMS uygulamaları, başlıca tedavi seçenekleridir. 
• Uzun soluklu olan panik atak tedavisinde ilaçlar yaklaşık 2 hafta sonrasında etkisini göstermeye başlar. Bu sebeple tedavide sabır en önemli unsurdur. Hastaların ilaç tedavisini iyileştiklerini düşünerek yarım bırakmamaları da oldukça önemlidir.
• Ağır vakalarda ilaç tedavisinin yanı sıra psikolojik destek ve psikoterapi de uygulanabilir. Psikoterapi de hasta da panik atağa neden olan etkenlerin telkin yoluyla ortadan kaldırılması esasına dayanır. Hastaya panik atakla baş etme mekanizmaları öğretilir. Atağı yatıştıracak nefes alıp verme teknikleri öğretilir.
• Özellikle ilaçlara cevap vermeyen ya da tam düzelmeyen hastalarda TMS seansları denenebilir. Manyetik stimülasyonla, depresyon ve panik atak merkezi resetlenerek temelden tedavi imkânları araştırılır. Bu tedavinin bilinen herhangi bir yan etkisi yoktur. Her yaşta hastaya uygulanabilir. Hamile bayanlar gönül rahatlığı ile TMS tedavisi görebilirler. Antidepresanlar gibi kilo aldırıcı yan etkileri olmaz.

 

 

Dengemizi bozan 9 grup hastalık var

Beynimizin bir yerlerinde, muhtemelen beyin sapına yakın bir yerde, denge merkezi vardır. Gözlerden, iç kulaktan, kaslardan, eklemlerden ve iç organlardan bu merkeze gelen uyarılara karşılık olarak, buradan vücut kaslarına gönderilen komutlarla vücudumuz dengesini sağlar. Ancak bu dengeyi sağlamak için çoklu ve karmaşık bir sistemin uyum içerisinde çalışması gerekmektedir. Öte yandan bu mükemmel sistemi, dolayısıyla dengemizi bozan birçok hastalık vardır.

Acıbadem Maslak Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Bölüm Başkanı, KBB ve Baş-Boyun Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Nazım Korkut, günlük yaşantımızı alt üst eden, yaşam kalitemizi bozan bu hastalıklar hakkında bilgiler verdi. 

Denge, hareket sistemimizin uyum halinde çalışmasıdır. Bu uyum, sağlıklı bir insanda vücut gerek istirahatta, gerekse hareket halinde iken geçerlidir. Gözlerden, iç kulaktaki denge organından, tüm kaslarımızdan, eklemlerden iç organlardan kalkan uyarılar denge merkezine gider. Denge merkezi bunları algılar, işler ve hazırlar. Tabii bunlar çok kısa sürede olmaktadır. En sonunda göz kaslarına, kol, bacak ve diğer vücut kaslarına emirler gider. Kaslar da o anda hangi pozisyonda olması gerektiğine karar vererek kimisi kasılır, kimisi gevşer. Bu şekilde vücudumuzun her durumda dengede kalması sağlanır. Denge bozukluğuna yol açan hastalıklar bazen çok şiddetli baş dönmesine neden olurken, bazen de sadece bir dengesizlik şeklinde karşımıza çıkarlar. Baş dönmesinde etrafımızdaki tüm eşyalar şiddetle dönerken, aynı zamanda bulantı kusma da olur. Bu şekilde tanımlanan tablodan daha çok iç kulakla ilgili hastalıklar sorumludur. Dikkatler o tarafa yöneltilir. Sanki bir hastalık ismi imiş gibi algılanan vertigo tanımı da tamamen buna uyar. Yani gerçek baş dönmesinin yabancı dildeki karşılığı vertigodur. Vertigo bir hastalık ismi olmayıp, çeşitli hastalıklarda ortaya çıkan baş dönmesinin karşılığıdır.  Dengesizlik diye tanımlanan klinik tablo ise, hastalar tarafından yer ayakların altından kayıyormuş, yaylı yatak üzerinde ya da hareket halindeki trende yürüyormuş gibi, arkadan itiliyor ya da çekiliyormuş gibi, başta boşluk hissi gibi çeşitli şekillerde anlatılmaya çalışılır. Bu durum gerçek baş dönmesinden farklıdır. O zaman nedeni bulmak için, iç kulakla birlikte tüm sistemleri içeren daha kapsamlı bir araştırma gerekir.

EN SIK RASTLANAN BAŞ DÖNMESİ VE DENGE BOZUKLUĞU NEDENLERİ
 
1- Baş Pozisyonuyla Ortaya Çıkan Vertigo, Baş Dönmesi

Baş hareketleriyle ortaya çıkan halk arasında da iç kulak kristallerinin yerinden kopması olarak tanınmaya başlayan ve tıbbi adı “Bening Paroksismal Pozisyonel Vertigo” olan hastalık.

  • Yataktan kalkma, yatakta bir yandan diğerine dönme, alışverişte üst raflara bakma, ayakkabı bağlamak için eğilme ve arkaya dönme sırasında yapılan baş hareketleri baş dönmesini tetikler.
  • Baş dönmesinin süresi 15–30 saniye kadardır. Gün içinde defalarca olabilir.
  • Bulantı olabilir, kusma görülmez.
  • İşitme sorunları da yoktur.
  • İç kulakta, yani denge organı içindeki yarım daire kanallarında kristallerin yerinden oynamasına bağlı ortaya çıkan baş dönmesi sebebidir.
  • Baş dönmesi için verilen ilaçlarla düzelmez.
  • Belli baş manevraları ile tanı konularak kolaylıkla tedavi edilebilir.
  • Tekrarlayabilen bir hastalıktır. Bu durumda da aynı tedavi uygulanır.
  • Daha çok genç ve orta yaş grubunda görülmektedir. 

2- Memiere Hastalığı da Krizler Şeklinde Baş Dönmesi Yapıyor

Bu hastalıkta ilk krizler hastayı çok tedirgin edip korkutur. Baş dönmelerinin süresi birkaç dakika ile 24 saat arasında değişir, genellikle 2–3 saatlik bir kriz yaşanır.  Her yaşta görülüyorsa da daha çok orta yaşta ortaya çıkar. Kadınlarda biraz daha fazla görülmektedir.
Başlıca belirtileri:

  • Ataklar halinde baş dönmesi
  • İşitme sorunları (başlangıçta dalgalı sonra sabitleşen işitme kaybı)
  • Kulakta çınlama
  • Kulakta basınç hissi

Bu hastalığın tam nedeni belli değil, alerjik, anatomik, metabolik, bağışıklığa bağlı, enfeksiyöz faktörler ileri sürülse de, gerçek nedeni bilinmiyor. İç kulakta endolenf denilen sıvının fazlalığı ve basınç artışına bağlı olarak görülüyor.

  • Hastaya tuzsuz diyet önerilir. Şarküteri ürünleri, tuzlu peynir ve salamura türü tuzdan zengin gıdaların alınması azaltılır.
  • Aşırı kafein tüketilmesi kısıtlanır. Çay içilebilir, fakat aşırı kahve ve kolalı içecekler sakıncalı olabilir. Bu nedenle azaltılmalıdır.
  • Sigara kesinlikle yasaktır.
  • Alkolün azaltılması gerekir, özellikle şarap ve bira atakları arttırmaktadır.
  • Katı yağlı yiyecekler, unlu gıdalar, kızartmaları pek önerilmez.
  • Tıbbi tedavi olarak çeşitli ilaçlar kullanılır.
  • Bir süre sonra yarar görmeyen hastalarda orta kulağa yönelik enjeksiyonlar uygulanabilir.
  • Söz konusu diyet ve ilaç tedavilerine yanıt alınamayan hastalara cerrahi tedavi uygulanabilir.
  • Farklı cerrahi yöntemler vardır. Bunlar içinde en iyi sonuç veren “vestibüler nörektomi” ameliyatı ile denge siniri kesilmektedir. Son çare olarak yapılan bu ameliyatta, beyin sapından iç kulağa giden sinir kesilmektedir. Özel eğitim gerektiren bir ameliyattır.

Meniere ve migren hastalığının bir arada olduğu tablo da sık görülür. Baş ağrısı ve baş dönmesi birliktedir. Bu grupta yer alan hastalar ilaç tedavisinden yarar görürler. Stresli, mükemmeliyetçi kişilerde, mali ve yönetimle ilgili işlerle uğraşan ve her şeyi kendine dert edenlerde daha sık rastlanmaktadır. Migrene yönelik tedavi verilince baş dönmesine de etki eder. Antidepresanlar ve migren ilaçları birlikte kullanılarak tedavide başarılı sonuçlar alınmaktadır.

3- “Vestibüler Nörit”Te İşitme Sorunu Yok, Baş Dönmesi Var

İşitme sorunu olmayan bu hastalarda baş dönmesi daha uzun sürer. Birkaç güne kadar uzar. İki haftaya kadar uzar ama her geçen gün hafifleyen bir viral hastalık tablosudur. İlaç tedavisi ile baş dönmesi krizleri hafifletilir, ikinci aya kadar tamamen iyileşirler.

4- “Labirentit” Kronik Orta Kulak İltihabı, İlaç Ya Da Menenjite Bağlı Oluyor

Labirentit olarak adlandırdığımız iç kulağın iltihapları, kronik orta kulak iltihabına bağlı olarak gelişebildiği gibi, menenjite ve ilaçlara bağlı da gelişebilir. İşitme ve denge kaybı yönünden çok ciddi bir hastalık tablosudur. Bu grup içinde daha hafif seyreden tablo ilaçlara bağlı labirentitlerdir. Bu ilaçlar ototoksik etkilerinden dolayı işitme ve denge bozukluğuna neden olabilir.

Bunlar hangi ilaçlardır?

  • Aminoglikozit türü antibiyotikler: Bunlar idrar yolu enfeksiyonlarında ve cerrahi enfeksiyonlarda ve tüberküloz tedavisinde kullanılır. Denge ve işitmeyi bozduğundan, artık hekimler bu ilaçların yerini tutacak diğer antibiyotikleri tercih etmektedirler.
  • Aspirin
  • Kinin gibi ilaçlar en başta yer alan kulağa zarar verebilecek ilaçlardır.

5-Santral Kökenli Baş Dönmeleri:

Klinik seyri daha masumdur, ama çok daha ciddi sonuçlara yol açabilir. Beyin ve beyincik kanamaları ve enfarktüsleri, kafa içindeki çeşitli tümörler, anevrizmalar, MS hastalığı (Multipl Skleroz), denge bozukluğuna yol açar. Bu hastalıklarda baş dönmesinden ziyade denge bozukluğu görülür. Daha yavaş seyirli ve daha silik bir tablodur, o yüzden gözden de kaçabilirler. Diğer nörolojik belirtilerin de irdelenmesi çok önemlidir. Görme bozuklukları, çift görme, konuşma bozukluğu, sarsak yürüyüş (ayakları açarak ördek gibi yürür). Yüzde, elde, kolda felç ve motor kusurlar vardır, duysal kusurlar ve his kayıpları görülür. Tüm bunlar denge bozukluğu ve baş dönmesiyle bir arada olduğunda ciddi bir tablonun olduğuna işaret ederler.

6- İleri Yaşlarda Görülen Baş Dönmeleri:

İleri yaşlarda görülen bir başka baş dönmesi nedeni, “Vertebrobaziler Yetmezlik” tir.
Baş pozisyonunun değişmesiyle beyin kan akımında azalma, ardından denge bozukluğu ortaya çıkar. Baş dönmesi, görme bozuklukları, işitme bozuklukları da olabilir. Tek başına baş dönmesi de olabilir. Bu hastaların çoğunda aterosklerotik damar hastalığı vardır. Ek olarak kemik erimesiyle birlikte omurların boyu da kısalarak kafa içine kan taşıyan damarlar iyice bükülür ve yeterli miktarda kanı iletemez.  Boyun kökenli nedenler de olabilir. Spondiloz hastalığı ya da osteofitler (boyunda kireçlenme) nedeniyle bu yetmezlik ortaya çıkabilir.

7- Baş Dönmesi Yeni Adet Gören Genç Kızlarda Da Rastlanır: 

“Baziler Migren”  diye tanımlanan bu hastalığa, ergenlik çağında yeni adet görmeye başlamış genç kızlarda rastlanır. Şiddetli baş ağrısı ve baş dönmesi vardır. Kriz sırasında damarda spazm olur ve dengeden sorumlu bölgelere yeteri kadar kan gidemez ve o sırada kriz yaşanır. Yaşla beraber düzelebilen bir durumdur. Bu hastalar doğal olarak kriz esnasında çok fazla paniğe kapılırlar. Fakat neden açıklanınca bu sorun da ortadan kalkar.

8- Psikolojik Kökenli Olanlar Da Var:

Baş dönmesi insanın sosyal yaşamını alt üst edebilir. Ruhsal sorunlara da yol açabilir. Bunun tersi durumda söz konusu olup, ruhsal kökenli denge sorunları da ortaya çıkabilir. Bu tür psikojenik denge bozuklukları daha çok çeşitli sorunları olan genç kadınlarda görülmektedir. Baş dönmesi tanımlamaları çok tutarlı değildir, ifadeleri çok karmaşıktır. Mutlaka psikiyatr desteği alınmalıdır. Çok net baş dönmesi krizi yaşamazlar, daha çok dengesizlik tanımlarlar.

9- Senkop Atakları:

Her ne kadar hastalar baş dönmesi olarak ifade ederlerse de gerçek bir baş dönmesi değildir. Beynin kısa süreli kansız kalması, azalmasıyla ortaya çıkan, birkaç saniyelik bilinç kaybı ya da bayılma tablosudur. Düşük tansiyonda, nabzın yavaş atmasında, kalp kapakçık hastalıklarıyla yeterli kan pompalanamaması durumlarında ve kalp krizinin erken döneminde görülebilen tablodur. Gerçek baş dönmeleriyle ilgisi yoktur. Bu nedenle tedavileri de farklıdır. Antihipertansif ilaçlar, trisiklik antidepresanlar, antianjinal ilaçlar da bu tip denge sorunlarına yol açabilirler.

 

Hasircizâde Mehmet Aga,

 Hasircizâde Mehmet Aga, bir gun Fuat Pasa'nin yaninda iken pasanin pirlanta yuzugune dikkatle bakmaga baslamıs. Fuat Pasa sormus.

- Yuzugume mi bakiyorsun?

- Evet Pasam... Tasini merak ettim.

- Elmastir.

- Guzel. Fakat faydasi nedir?

- Hic...

- Peki, ne gelir getirir?

- Hic.

- Yazik. Benim de babadan kalma bir cift tasim var; bana senede elli altin getirir.

- Amma yaptin ha! Ne tasi ki bu?

- Degirmen tasi! Zira bu tas sayesinde hem nafakami cikariyorum, hem hayir hasenat yapiyorum hem de insanlara bu tas sayesinde hizmet ediyorum.

 

YANi : istediginiz kadar bilgi ile donatilmis olun, bir degil 3-4 universite bitirmis olun, isterseniz tum AB ulkelerinin dillerini konusun, eger bu bilgileriniz ve hunerleriniz bir fayda saglamiyor, basta kendiniz olmak uzere diger insanlara bir hizmete vesile olmuyorsa o zaman yukten baska nedir? Tipki parmaginda pirlanta yuzuk tasiyan birine o tasin hicbir gelir elde etmemesi gibi..

 

 

Ayakkabıcı

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.

 

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

 

- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.

 

Çocuk, ona dönerek:

 

- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

 

- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı

sürdürdü:

 

- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

 

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

 

- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?

 

- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.

 

Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...

 

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrini işaret ederek:

 

- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?

 

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

 

- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.

 

- İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20

 

liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

 

Çocuk biraz düşünüp:

 

- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?

 

- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam

ederek:

 

- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

 

- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.

 

- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.

 

- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.

 

Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere.

Eski bir ayakkabı, para eder mi?

 

- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar.

Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.

 

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.

Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.

Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

 

- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..

 

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

 

- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.

 

Her rüzgar savuracak bir toz bulur,

Her hayat yaşanacak bir can bulur,

Her umut gerçekleşecek bir düş bulur

Bulunmayacak tek şey senin benzerindir

 

28 Ocak 2010 Perşembe

NİŞAN ALAN EŞEK:..

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken,Memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.

    Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört biyanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:

    - Ey ahali!.. Duyduk duymadık demeyin!... Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!..


  İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.

 Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan...

 Gelen giden nişan alıyormuş. Artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. Fincancı katırının boynundaki çangur çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.

 İnsanların göğüslerinde şangur şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
  - "Nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.

 Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. Kapıcıbaşıya,
    - Padişaha haber verin! demiş. Bir inek kendisini görmek istiyor.     Başlarından savmak istemişlerse de,
    - Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!... diye böğürmeye başlayınca, Padişaha,
    - Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor... demişler.

 Padişah,
    - Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş... diye ineği huzuruna çağırıp,
    - Böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş,

 İnek de,
    - Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.
    Padişah,
    - Hangi hakla? diye bağırmış. Sen ne yaptın. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?...
 
    O zaman inek,
    - Efendimiz! diye söze başlamış. bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. Teneke bir nişan için, daha ne yapayım?

    Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş. Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
    - Selam inek kardeş!
    - Selam katır kardeş!
    - Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle? İnek herşeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.

 O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
    - Padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
    - Olmaz!.. demişler.

    Ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah,
    - Gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.

Katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş:
    - Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?

    - A hünkarım, daha ne yapayım? Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.

    Katırı da haklı bulan Padişah,
    - Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.

    Katırda bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. Eşek,
    - Selam yeğenim!... demiş. Katır,
    - Selam amcabey!.. demiş.
    - Nereden gelip, nereye gidersin? Katır başından geçenleri anlatınca,
    - Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.


 Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca Padişaha varıp,
    - Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah,

    - Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,

Eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:

    - İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?.. Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin?

    O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
    - Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.

    Padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,

    - Ey eşek kulum,Haklısın senin sayende ben bu makamdayım demiş. Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından hergün Makarna,Bulgur,Üzüm hoşafı ve Kış aylarındada kömür,bağladım..
Ye, yee saltanatım için durmadan anır!..

 

Aziz NESİN'den ALINTI..

 

27 Ocak 2010 Çarşamba

Simurg Efsanesi

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg ( Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix ), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir…

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri...

Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş...

"Aşk Denizi"nden geçmişler önce...". "Ayrılık Vadisi"nden uçmuşlar...". "Hırs Ovası"nı aşıp, "Kıskançlık Gölü"ne sapmışlar... Kuşların kimi "Aşk Denizi"ne dalmış, kimi "Ayrılık Vadisi"nde kopmuş sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş. (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış) Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş. Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "Şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "Yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça "si", "otuz" demektir... murg" ise "kuş"...

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "Simurg - otuz kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. 30 kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur.

Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek,
kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça,
her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünüzde uçmak zamanıdır...

Kaynak: Anonim

       
 

 

24 Ocak 2010 Pazar

Batı tıbbı sağlığınızın altını nasıl ETKİLER?

Her yerimiz ilaç ama her taraf hasta insanlarla dolu. Bu yaman çelişkiyi konu edinen yeni bir kitap Batı tıbbının bizi iyileştirmek istemediğini söylüyor.

"Batı Tıbbı Sağlığınızın Altını Nasıl Oyar?" kitabının yazarı Shane Ellison tıp sisteminin karanlık dehlizlerinde dolaşıyor. Şaşırmaya ve sinirlenmeye hazır olun.

İlaçlar hakkındaki düşüncelerinizi değiştirmeye hazır olun. Shane Ellison, yeni kitabı “Batı Tıbbı Sağlığımızın Altını Nasıl Oyar?” ile hepimizi çok şaşırtacak. Türkçe baskısını Hayykitap’ın yaptığı eser öyle kolay kolay duyamayacağımız gerçekleri dile getiriyor.

Ellison büyük ilaç şirketleri ve FDA arasındaki çıkar ilişkisinin hepimizin sağlığına nasıl kastettiğini anlatıyor. Aslında yazar, bu çarpık ilişkiyi anlatan birçok bilim adamından sadece biri. Tıp dergilerinde ara sıra gündeme gelen bu konular, genelde dar bir çevrede hapsoluyor. Ellison’un kitabı bu yüzden önemli. Hepimizi ilgilendiren konular, yalın bir dille, kafa karıştırmadan, herkesin anlayabileceği şekilde aktarılıyor.

Bu söyleşiyi okuduktan sonra ilaçlara bakışınız değişecek. Sağlığınız için veya bir sevdiğinizin sağlığı için bir şeyler yapmak isteyeceksiniz.

Söyleşide ve kitapta sık sık adı geçen “FDA” Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi için kullanılıyor. Bu kurum, tanım olarak, Amerikalılara sağlıklı yiyecekler yedirmek ve sağlıklı ilaçlar içirmekle yükümlü. İlaçlar piyasaya çıkmadan önce yıllarca deneyler yapılıyor, sonra bunların sonuçları FDA’ya sunuluyor. Kurum ilacın güvenli ve etkin olduğunu onaylarsa piyasaya sürülüyor. FDA’nın verdiği kararlar aslında tüm dünyayı ilgilendiriyor. Onaylanan ilaçlar diğer ülkelere de genellikle giriyor.
Şimdi gelelim Shane Ellison ile yaptığımız söyleşiye…

Biraz kendinizden söz eder misiniz? Bildiğim kadarıyla büyük bir ilaç şirketinde çalışıyordunuz. Şirkette yaşadıklarınız nedeniyle istifa ettiniz ve gördüklerinizin bir kısmını kitaplarınızda yazdınız. 

Ben ilaç üretimi konusunda uzmanlaşmış bir kimyagerim. Biyoloji ve kimya eğitimi gördüm. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde organik kimya ‘master’ı yaptım.

Mezun olduktan sonra Eli Lilly için Tamoxifen türevleri üretmeye çalışan Array Biopharma şirketine girdim. Tamoxifen kadınlarda ciddi yan etkilere neden olduğundan Eli Lilly bu ilacı yeni bir kimyasal akrabasıyla değiştirmek istiyordu. Denemelerimizde başarı sağlayamadık.

Tehlikesinin çok bariz bir şekilde bilinmesine rağmen Tamoxifen satışları devam etti. O sırada fark ettim ki, Eli Lilly Tamoxifen reklâmlarında ilacın kanser riskini düşürebileceğini yazıyor. Bu, biyokimyagerlerin laboratuarda bulduklarının ve raporladıklarının tam tersiydi. Bu çelişki sağlık efsanelerinin üzerine eğilmeme vesile oldu. Sonuçta, kurumsal ilaç üretimi işimden istifa ettim.

Sizinle aynı hisleri paylaşan başka mesai arkadaşlarınız var mıydı?

Evet, diğer arkadaşlarım da benzer hisler yaşadılar ve benimle paylaştılar. Fakat çoğu bilim adamı bu ilaç üretimi tuzağından kurtulmanın zor olduğunu düşünüyor. Çünkü ya uzun vadeli ev borçlarını ödemek zorundalar, ya da eninde sonunda bu sektörle bağlantılı bir iş yapmak zorunda olduklarını düşünüyorlar. Bu nedenle çoğu, fikirlerini kendine saklamayı tercih ediyor.

Ayrıca, ilaç endüstrisinde statükonun zıddına hareket etmek hayatınızı bayağı zorlaştırabilir. Bu tür bir harekette bulunmak bir bilim adamının kariyerini ilelebet karartabilir. Buna en iyi örnek olarak FDA’nın içinde olup bitenleri ifşa eden Dr. David Graham’ı gösterebiliriz. Graham FDA’yı Vioxx’un tehlikelerine karşı uyardı. Ardından işyerinde tehditler aldı, düşmanca davranışlarla karşılaştı, gözdağı vermeye çalıştılar.

Bir ilaç şirketinde çalışıp da belirli bir ilacın güvenli ve etkin olmadığını söyleyenler de aynı muameleyle karşılaşabilir.

Şu anda özgür konuşabiliyor musunuz?

Kurumsal şirketlerle artık bir bağlantım yok. Gayet özgür bir biçimde konuşabiliyorum. Bu yüzden kitaplarım diğer sağlık kitaplarıyla karşılaştırılınca daha içten görünüyor.

FDA ile büyük ilaç şirketleri arasında nasıl bir ilişki var?

FDA bünyesinde çalışan üst düzey bilim adamlarının ilaç şirketleri ile maddi bağlantıları var, özellikle de inceleyecekleri ilaçlarla ilgili. Çoğunlukla ilaç şirketlerinin hisse senetlerine sahipler. Bu tür menfaat ilişkileri toplumdan gizleniyor. Ve maalesef, bu kirli ilişkilere izin verilince de, ilaç şirketlerinin her dediği oluyor.

Washington Times gazetesinin de yazdığı gibi, birçok bilim adamına ilacın güvenliği, etkinliği, kalitesi ile ilgili şüpheleri olsa da ilacı üretmesi veya onaylaması için baskı yapılıyor. Bu, senelerdir süregiden bir gerçek… Bunun sonuçları feci oldu; olmaya da devam edecek.

Sizce ilaç şirketlerindeki üst düzey yöneticilerin hastalıkları tedavi etmek gibi bir gayeleri var mı?

Hayır. İlaç üretimi hastalıkların semptomlarını (belirtilerini) tanımlamaya ve sonra da bu belirtileri ortadan kaldıracak bir molekül sentezlemeye dayanıyor. Bu moleküller ise, bitkilerden veya diğer doğal kaynaklardan elde ediliyor, yani doğa kopyalanıyor. Maalesef doğal yapıları değiştirilmiş olduğu için kan dolaşımına çok hızlı girebiliyor ve riskli olabiliyorlar. Bu kopyalar aynı zamanda toksik çünkü vücudumuz bunlara doğal maddeler gözüyle bakmıyor.

Tekrarlayacak olursak, hastalığın “sebeplerini” umursamıyorlar. İlaç şirketi iş modeli “sürdürülebilirlik” üzerine kuruludur. Hastalığın sebebini ve bunun dermanını bulmaktansa, hastaların sadece hayatlarını sürdürmesi sağlanır. Herhangi bir hastalığa derman olabilecek tek bir reçeteli ilaç bulamazsanız.

Hastalıkları iyileştirmek, ilaç şirketlerine iş modeli olarak pek karlı gelmez, sadece hastalıkların belirtilerini yok ederler. İlaç endüstrisi, sadece “hasta insanlardan” para kazanabilir. Hatta sağlık sigortası olan hasta insanlardan dersek daha doğru olur.

Bu iş modeli ilaç şirketlerine büyük kâr getirir ve insanların kendilerine bağımlılığını garanti altına alırlar. İnsanların bu bağımlılığı sayesinde ilaç reklâmlarının, ilaç deneylerinin, üniversite araştırmalarının, hükümete yaptıkları lobi faaliyetlerinin ve “hayalet yazarların” parasını öderler. Bu stratejilerin hepsi birden hem toplumun, hem de hekimlerin gözünü boyamak için kullanılır.

Ölümcül sağlık efsanelerinin çıktığı noktalar işte bunlar. Bu efsanelerden bazıları “kolesterolün kalp hastalıklarına sebep olması, insülinin diyabet için yegâne tedavi olması ve Afrikalı insanların AIDS’ten ölmeleri”.

Sahtekâr bilim ve “hayalet yazarlar” aracılığıyla, hem toplumu, hem de tıp dünyasından birçok saygın uzmanı bu efsanelerin kurbanı haline getirdiler (Hayalet yazarlık: İlaç şirketlerinin, ilaçları hakkında olumlu makaleler hazırlayıp, para karşılığı saygın bilim adamlarının imzalarıyla yayınlatmaları).

Karlarını daha da artırmak için ilaç şirketleri hastalık da icat eder, ardından bu yeni hastalığa çare olarak sundukları ilaçlarını pazarlarlar.

Siz hastalık icat etmek gibi bir şey söyleyince çoğu okuyucumuz “yok, bu kadar da olmaz artık” diyecektir. Hastalık yoksa şirketler nasıl icat edebilir ki?

Hastalık icat etme fikri sanki bir komplo teorisiymiş gibi algılanmasın. Kötü alışkanlıklar nedeniyle zaten oluşan rahatsızlıkları bulup, bunları bir hastalık olarak etiketlemekten ibaret bir iş aslında.

Mesela, adet öncesi her kadının yaşadığı sıradan gerginliklere “premenstrüel sendrom” diye bir isim takarsınız. Bunun bir ruh hastalığı olduğunu iddia edersiniz. Ve arkasından, bu sözde “ruh hastalığını” tedavi edecek yeni anti-depresanınızın reklâmını yaparsınız. Mekanizma bu kadar basit.

Veya kellik, menopoz gibi hayatın doğal akışında gerçekleşen olayları topluma bir hastalıkmış gibi yansıtırsınız. Hastalık icat etmek derken bunları kastediyorum. Belki duymuşsunuzdur, yakında köpeklere de anti-depresan yazacaklar!

Aslında, hastalık denen çoğu şey yaşam biçimimizi değiştirerek düzeltilebilir. Bu nedenle, alışkanlıkların hastalıklara sebep olabileceğini veya hastalıkları düzeltebileceğini devamlı vurguluyorum. Bizi ilaçlar değil, kötü alışkanlıklarımızı değiştirmek iyileştiriyor. Hayatımızdaki en iyi alışkanlık ise, ilaç endüstrisinin ürettiği tüm ilaçlardan uzak durma olabilir.

Bu ilaçların nelere sebep olduğuna kitabımda da yer verdim. İnsanların sağlığına en çok zarar veren şeyler ilaçlar ve çocuk-yetişkin herkesi ilaç bağımlısı olmaya zorlayan doktorlardır.

Ama hastalıkları tedavi eden ilaçlar da var. Mesela antibiyotikler…

Evet, antibiyotikler enfeksiyonları tedavi eder. Bu hemen hemen doğru. Antibiyotikler kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlar. Fakat antibiyotik kullanımı başka enfeksiyonlara sebep olur. Uzun vadede, insan eliyle üretilmiş olan antibiyotikler daha güçlü ve daha ölümcül bakterilerin üreyebileceği bir ortam oluşturur. Bu durumda, buna tedavi demenin imkânı yoktur. Kaldı ki, geleneksel Çin tıbbı, binlerce yıldır bakteri ve virüs kaynaklı enfeksiyonları başarıyla ve çok ucuz yöntemlerle zaten tedavi ediyor.

 

22 Ocak 2010 Cuma

AĞIZ KOKUSUNU YOK EDEBİLİRİZ

KlMYON: 1 bardak kaynar suya, 4-10 gr kimyon konur, 10 dk bek letilir, günde 2-3 bardak içilir. Kimyon toz halinde günde birkaç defa 0,5-1 gr içilir.

KARANFİL: Yemeklerden sonra 1-2 adet karanfil ağızda çiğnenir.
Toz karanfil, sarımsakla ezilir, macun haline getirilir, sabah aç karna bir miktar yenilir.

DERE OTU TOHUMU: Dere otu tohumu ağızda çiğnenerek kullanılır.

UDlHlNDl: Udihindi ağızda çiğnenir veya kaynatılıp gargara yapılır.

AK-KARA KIZIL AĞAÇ Ağaç yaprakları kaynatılır, elde edilen su ile ağız çalkalanır.

DAR-I FÜLFÜL: Günde 2,5 gr toz halinde şekerle beraber yenilir.

MİNE ÇİÇEĞİ: Mine çiçeği haşlanır suyu ile gargara yapılır.

ARDIÇ TOHUMU: Ardıç tohumu yenilir.

 

SERVİ KOZALAĞI: Bir miktar kozalak ağızda çiğnenir.

TURUNÇ YAPRAĞI: Turunç yaprağı ağızda çiğnenir (sigara, soğan ve emsali koku veren şeylerde).

MERSİN YAPRAĞI: 50 gr taze mersin yaprağı, 50 gr siyah üzümle dövülür, sabah aç karna-gece yatarken 1 ceviz büyüklüğünde yenilir. 15 gün kadar devam edilir.

ÇÖREKOTU: Çörekotu yenilir.

HÎNT NARI: Hint narı meyvesi veya çiçekleri sirke ile kaynatılır, gargara yapılır.

BESBASE: Besbase ağızda çiğnenir.

BOSTAN KARANFİLİ: Bostan karanfili kökü veya çiçeği kaynatılır, suyu ile ağız çalkalanır.

BURÇAK: Burçak toz haline getirilir, günde 2-3 gr içilir.

BAL: Bal sirke ile karıştırılıp, ağız çalkalanır.

 

BÖĞÜRTLEN YAPRAĞI: Böğürtlen yaprağı çiğnenir.

KEREVİZ: Kereviz yapraklan çiğnenir.

ACI BADEM: Acı badem çiğnenir.

BİBERİYE: 1 bardak kaynar suya, 10, 20 gr bitki konur, 10 dk bekletilir, ılık halde gargara yapılır.

TURP: Turp balla pişirilip yenilir.

HİNDİSTAN CEVİZİ: Hindistan cevizi balla macun yapılıp yenilir (mideden olan ağız kokusunu giderici).

 

ANASON: 50 gr anason, 50 gr süsen kökü, 50 gr rezene, 50 gr kimyon karıştırılır, 1 bardak su ya, 5-10 gr konur, 10 dk kaynatılır, günde 3 defa gargara yapılır.

ADAÇAYI: Adaçayı 30 gr, kakule 15 gr, lavanta çiçeği 30 gr karıştırılır, 1 bardak suya, 5-10 gr konur, 10 dk kaynatılır, günde 3 defa gargara yapılır.

PIRASA YAPRAĞI: Pırasanın yaprağı, defne tohumu veya yaprağı ile iyice ezilir. Bu terkiple dil ve dişler iyice ovulup temizlenirse ağızdaki bütün kokuları giderir.

 

5 Ocak 2010 Salı

DOST MU,DÜŞMAN MI KAZANMAK İSTERSİNİZ???

Theodora Roosveld Beyaz Saraydayken ''''Eğer yaptıklarımın yüzde yetmiş beşi doğru olsaydı beklentilerimin çoğunu elde edebilirdim''''demişti..pek çok insan kendi hatalarını bile bile başkalarını acımasızca eleştiri.sözcüklerle değil sadece..bir bakış,bir vurgu,bir davranışlada bunu yapabilir..ama inanın bu durumda kimse size hak vermiyor genelde..çünkü bunu yaptığınızda o kişinin aklına,yargısına,özsaygısınada saldırdığınızı düşünebiliyor..ve aynı hakkı kendisinde de görüp size oklarını fırlatabiliyor..insanların düşüncelerii değiştiremezsiniz..onlara Platon veya Kant mantığıyla da cevap verseniz değişmaz sonuç..sadece incinir ve incitirsiniz..Einsteinin dediği gibi..''''.Ön yargıyı kırmak,atomu parçalarına ayırmaktan zordur..''''genellikle ben birine bir şey anlatmayı aklıma koyduysam bunu hissetirmeden yapmayı tercih ederim..yani Alexsandr Pope''nin yolunu izlemeye çalışarak..''''Birine bir şey öğretirken ,öğretiyor gibi davranmayın..unuttuğunu varsayın..ne güzel bir davranış..Bir de şimdiki aydınların davranışlarına bakın..parmaklarını sallaya sallaya,dünyayı ben yaratım edalarıyla...oysaki yüzyıllar önce Sokrates''in söylediği söz hayat düsturumuz olmalı..''''Bildiğim bir şey varsa o da hiç bir şey bilmediğimdir''''şimdiki aydınlarımız!!! sokrates''ten daha mı akıllılar?hiç sanmıyorum..sadece insan psikolojisinden bi haberler..biri bize yalnış bir şey söylediğinde bile HAYIR..ÖYLE DEĞİL demek yerine bende yanılmış olabilirim amadoğrusunu öğrenmek isterim...durumu birde birlikte gözden geçirsek desek acaba kıyametmi kopar?bu yazıya yazmama tv deki tartışan 2konuk neden oldu..sözüm ona bir sosyolgtu..ama benim gözümde bir sosyopat!!!!!öyle hırçın,öyle agresiftiki toplumun bu kadar gergin olduğu bir ortamda kavgamı yoksa sakince düşünme,ortak bir yol bulamayamı ihtiyaç var diye söylendim kendi kendime..bence toparlanmak gerek,sağ duyu gerek...dost bulmak ve dost kalabilmek gerek şu üç günlük dünyada..düşmanlık sadece bizi örseler yok eder..bizim düşmanlarımıza pirim kazandırır..ve en önemliside uyanmak gerek...

http://blog.haberturk.com

 

 

Barmen ve karınca

İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu. 4m2 lik bir hücreye mahkum oldu, hem de tam 17 sene için ! O kahrolası hücreye yerleştiği birinci gün her şey  normaldi.

Aradan birkaç hafta geçti. Lucianno düşünmeye başladı  "burada 17 sene nasıl geçer..." Aradan aylar geçti. Sanki her geçen gün biraz daha mahkum oluyordu zavallı hücresinde. Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı Lucianno. Onu büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp "acaba" dedi. Acaba bu karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilir miyim? Dedi. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ve bunu denemeye değerdi. Karıncayı yanı başında duran küçük sehpaya koydu. Karınca karıncalığını yapıp, kaçmaya çalıştıysa da Luci bırakmadı onu. Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel oldu. Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı. Başarabilse yalnızlığı sona erecekti. karınca ile tam 3 sene uğraştı. Karşılıksız da olsa konuştu ve dertlerini anlattı ona. Bir de isim taktı karıncaya Tito. Bir sabah Titosunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno. Bu duyabileceği en muhteşem sesti. Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya fırlayıp bağırmaya başladı: konuştun, Tito sen konuştun. Nihayet konuştun. 
Günaydın, günaydın, binlerce günaydın dostum.

Artık bir dostu vardı Luciannonun ve bunu hiç kimse bilmiyordu. Titonun varlığı yazarın en büyük sırrıydı. Kimse duymamalıydı. Gardiyan duymamalı, bu rüya bitmemeliydi. Bu büyük dostluk tam 17 sene sürdü. Hiç kimse bilmedi Titoyu. Lucianno, Titoya tüm bildiklerini öğretti. Konuşmayı, okumayı, 
yazmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, fikir üretmeyi... bildiği herşeyi öğretti. Kah ağladılar, kah güldüler. Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı, soğuk yüzlü gardiyan kapıyı araladı. Hazırlan yarın çıkıyorsun dedi beton sesli gardiyan. Gardiyan gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü "bitti Tito. Bitti büyük dostum. Yarın çıkıyoruz, yarın özgürüz." Dedi. Tito da ağladı. Yazar Titoya sordu, "söyle dostum yarın çıkar çıkmaz ilk ne yapalım?" Tito: "gidelim bir bara ve hayvan gibi içelim." Dedi. Gülüştüler. Sabaha kadar uyumadılar. Hayal kurup bu fare kapanından farksız lavabolu dikdörtgenin ilk defa tadını çıkarttılar. Bir anda sanki hücre genişlemiş gibiydi.
Sabahın ilk ışıklarıyla son kez açıldı demir kapı.. Kapıdan çıkarken son kez geri döndü ve ranzasına baktı İtalyan yazar. Sadece şu iki kelimeydi ağzından dökülen. "vay bee..." dışarı çıktılar.

Tito Luciannonun omuzundaydı. Sabahın körüydü ve mevsim kıştı. Kar lapa lapa yağıyordu. Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve "özgürlük" diye bağırdı. Tito da bağırdı. Yağan kar umurlarında değildi. Yürüdüler, kara inat  yürüdüler. Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı? ...
Nihayet bir barın önüne geldiler. Tito sordu: "şimdi biz buraya girebilecek miyiz?" avazı çıktığı kadar "biz artık özgürüz" diye bağırdı Lucianno. İçeri girdiler. İçeride sızmız kalmış üç beş adamla kasanın başında uyuklayan barmenden başka kimse yoktu. Bir masaya oturdular. 
Bir ara Luciannonun gözü masanın yanındaki aynaya ilişti. Hapisten çıkarken yaptığı gibi yeniden mırıldandı, "vay bee". Saçları bembeyaz olmuştu, yüzü buruş buruştu. Yaşlanmıştı Lucianno. Tebessümüne aradan sızan birkaç damla gözyaşı karıştı. "barmen bize iki bira getir" diyebildi titrek bir sesle. 
Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi. 
Bir adamın iki bira istemesinin sebebini bilmiyordu. Bilmesi de gerekmiyordu, bilmek de istemiyordu zaten. 
Biraları bıraktı ve kuş tüyü kasasına geri döndü.

Lucianno omzundaki dostunu bardağın içine attı. İçtiler.. Tito da içti. İçtikçe keyiflendiler. Bir ara Tito, bardaktan fırlayıp masanın üzerinde  dans etmeye başladı. Elini yüzüne koyup masanın üzerine abanmış olan Lucianno büyük bir gururla kendi yetiştirdiği dostunun dansını izledi. Bir  an durdu ve "ne günlerdi be Tito" dedi. Dertleştiler, biraz sonra yine dans etmeye başladı.

Tito dans ediyor, Lucianno korkunç bir keyifle bu muazzam manzarayı izliyordu. Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı. İyi bir şey yapmanın belki  de en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak. Ama Lucianno bu keyfi 17 sene hiç yaşamadı.

Özgürlüğünün bu birinci gününde yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı.
Etrafına baktı. Barmenden başka kimse yoktu. "barmen, barmen!" diye seslendi. Barmen yarı uykulu, Luciannonun masasına geldi. Lucianno dans eden Titoyu işaret ederek, büyük bir heyecanla "barmen şuna bir baksana, şuna bir  bak..." dedi.

Barmen sessizce parmağını Titonun üzerine götürdü.
"Çok affedersiniz beyefendi" diyerek karıncayı ezdi...


Alıntı :