28 Temmuz 2009 Salı

Antidepresan eşittir çağdaş muska

Sosyal psikolog Üstün Öngel... Farklı bir ses. Sivri bir ses. Adana’da kurduğu Psikolojik Yardım Derneği Türkiye’nin ilklerinden... Çevresinden çok övgü alıyor... Ailelere ve çocuklara evde destek programı uyguluyor...

Çok sıkı bir iş yapıyor. Aynı zamanda da antidepresanlar hakkında sert görüşler öne sürüyor. Adam kafadan karşı! Ve kafa atıyor! Kime? Psikiyatriye ve psikiyatristlere. İlaçların sorunu çözmediğini, üstünü örttüğünü iddia ediyor. O, öyle düşünüyor. Ama mutlaka karşı görüşte olanlar, farklı düşünenler de vardır. Bu sayfa onlara da açık. Önümüzdeki günlerde "Hayır kardeşim antidepresan faydalıdır!" diyen psikiyatristlerle de konuşmak isterim...

Depresyonda ilaç kullanımı çok mu yaygın?

- Hem de nasıl. İnkárın kol gezdiği, bilincin mumla arandığı bu dünyada, ilaç, elbette en büyük kolaycılık. İlaçla yasadışı maddeleri ayıran tek şey, birinin doktor eliyle reçete edilmesidir.

Siz ikide bir doktorların depresyonun d’sini gördüklerinde ilacı dayadıklarını söylüyorsunuz...

- Evet çünkü öyle yapıyorlar! Biz de bu çağdaş üfürükçülerin, doktor olduklarını sanıyoruz. Antidepresanlara ve genel olarak psikiyatrik ilaçlara da "çağdaş muska" diyebiliriz. Psikolog Kirsch üşenmemiş, tüm gizli arşivlere ulaşmış ve bulmuş: Ha boş tablet -plasebo- almışsın, ha antidepresan. Gerçekten de ilaç, sorunu tedavi etmiyor, sorunun üzerini örtüyor. İlacı bıraktığında -ki bir gün bırakıyorsun- sorunlar daha büyümüş olarak karşına çıkıyor.

Antidepresan kullanımı giderek artıyor mu, sizin böyle bir tespitiniz var mı?

- Türkiye’de 3 yaşında çocuklara bile verdiklerini görüyorum maalesef. Artıyor ve artacak da. Bu gidişin önüne geçilemez. En azından böyle bir sonucu görmeye benim ömrüm yetmez.

Ne demek istiyorsunuz? İlaç yazan bütün doktorlar kötü niyetli mi? Bu ilaçların hiç mi faydası yok?

- Klasik bir lafla cevap vereceğim: "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir."

Bu ilaçların, hafifi, ağırı var mı?

- Ağırı var tabii. Felç edeni var, öldüreni var, intihar ettireni... Ama beynin neresine, hangi spesifik noktasına nasıl etki ettiği konusunda bilimsel kesinlik taşıyan bir araştırma yok.

Benim gördüğüm bir sürü insan Lustral alıyor. Ne gibi bir zararı olabilir ki?

- Daha önce de söyledim. Bu ilacın fizyolojik olası zararından çok, inkárı pekiştiriyor olması önemli. Antideprasan alınca kimse kendisiyle, yaşamıyla yüzleşmiyor, yüzleşemiyor, herkes kaçak...

İlaç nelere yol açıyor peki? Tepkisizlik mi? Sinirlenmemek mi?

- Evet. Mesela tecavüze uğramış ve içinde ciddi bir kızgınlık olan biri kuzu gibi oluveriyor. "Küntleşme" gerçekleşiyor. İlaç alırken bana gelenleri hemen tanırım. İfadesiz bir surat. Kapalı ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi tehlikeli...

İlacın insanın içindeki şiddeti artırdığına dair iddialar da var...

-Ne iddiası, bunlar araştırma bulgusu! Psikiyatrist David Healy 2000’den beri yaptığı sayısız araştırmayla bunu kanıtladı. İntihar ve yıkım eğilimi belli bir grup antidepresan kullananlarda tam 6 kat artıyor.

Sizin bildiğiniz böyle vakalar var mı?

- Geçen yıl Adana’da 15 yaşında bir kız, antidepresanları kullanmaya başladıktan bir hafta sonra intihar etti. O gençte daha önce de intihar eğilimi olabilir. Ama duyguları bunu yapmasını önlüyordu. İlacı aldığında, hem duygusuzlaşıyor, hem de ilaç onu harekete geçiriyor. Herhangi anlamlı bir amaç yok yaşamında, o da düşündüğü tek şeyi duygusuzca gerçekleştiriyor, intihar ediyor.

Bu son Başak olayında, genç kız, ilaç yüzünden cinnet geçirip annesini öldürmüş olabilir mi?

- Buna cinnet demek doğru değil. Annesiyle bir kaç saat önce tartışmış, odasına çekilmiş birinden söz ediyoruz. İlacın etkisi bence çok açık. Tam da psikiyatrist David Healy’nin sözünü ettiği durum. O kız ilaç altında olmasaydı, anlamlı bir psikolojik yardım almış olsaydı, anne-babasının ona yaşattığı kábustan kurtulmanın doğru yollarını bulabilirdi...

Başak olayında durum nedir: Zaten sorunluydu. Bir an geldi gözünü mü karartı? O normal bir insan, bir anda kendini kaybetti. Mi?

- Ailesinin ve psikiyatrinin kurbanı o...

 

HERKES KAÇAK

Depresyon nedir, hastalık mı?

- Eski çağlardaki hayalet hikáyeleri gibi... Hayaletler ne kadar gerçekse, bir hastalık olarak depresyon da o kadar gerçek! Herkesin duygusal çöküntüleri, zorlanmaları, şıkışmaları, iç sıkıntıları olabilir, oluyor. Kimi gelip geçiyor, kimi uzun sürüyor, kimi arkadaş desteğiyle çözüm buluyor, kimi profesyonel destekle, kimi aşkla geçiyor, kimi de tam tersi aşkla daha da beter hale geliyor! İnsanın bin bir türlü halini, hastalık kategorisine hapsetmek bence insanlık suçu! Bırakın depresyonu, "şizofreni" dedikleri şeyin bile, hastalık olup olmadığı, hatta "ne" olduğu tartışmalı...

Çok sert bir yargı değil mi bu? Siz psikiyatriye karşı mısınız?

- Evet karşıyım! Tamamen bilim dışı olduğu düşünüyorum. Ellerinde depresyonu teşhis etmek üzere davranışsal ve duygusal semptomlar listesi var, ki o liste tıbbi bir liste değil, o listeye bakıp ilacı dayıyorlar. Oysa depresyon teşhisinin tıbbi tahlille, beyin inceleme teknikleriyle hiçbir alakası yok...

Hoppalaaa...

- Evet. Bu listedeki birinci belirti isteksizlik. İsteksizsen, depresyonda olabilirsin! Yok ya! Bakın, bunların hepsi insanlık hali. Ben zaten depresyon yerine "özgüven sarsıntısı" demeyi tercih ediyorum. "Özgüven sarsıntısı" da özellikle Batı’nın başarılı olma takıntısıyla besleniyor. Bizde de durum farklı değil, büyük şehirlerde depresyon, başarı hırsıyla kol kola geziyor.

Peki panik atakın depresyonla bir akrabalığı var mı?

- Panik atak, hepimizin aşırı kaygı diye yıllardır bilip konuştuğu şeyin, hastalığa dönüştürülmüş hali. Panik atakla yani "aşırı kaygı", depresyon yani "duygusal çöküntü" aynı şey değil ama evet birbiriyle ilişkili. İkisi de kendine yabancılaşmanın bir sonucu. Ama bu psikiyatrik kategorilerin hiçbiri, o insanın gerçekte ne yaşıyor olduğunu anlamamıza yardım etmiyor. Psikiyatrinin önceliği de anlamak değil zaten. Bu hastalık kategorileri, ilaç reçete etmeye hizmet ediyor. Demek istediğim şu: Psikiyatrinin hastanın derdiyle merdiyle gerçekten ilgilendiği yok, ilaç yazıyor sadece...

Depresyon ya da sizin deyiminizle "özgüven sarsıntısı" neden bu kadar yaygın?

- Eskinin hayat mücadelesi içinde böyle bir şeye yer kalmıyordu. Şimdi yaşam, eskiye göre daha kolay, ama çok daha karmaşık. İletişim olanakları o kadar yaygın ki, artık herkes daha fazlasını istiyor, daha iyi bir hayat arzuluyor. Eskiden ezilen kadın, kaderine kısmen razıydı, şimdi işler değişti hayatına sahip çıkmak istiyor, fakat zorlanıyor. Aşılması kolay olmayan engeller var önünde. O yüzden depresyona giriyorlar. Erkeklere gelince, onların dünyasında hırs, rekabet gırla gidiyor. Erkekler, açık etmeden, deyim yerindeyse yiğitliğe bok sürdürmeden, gizlice yaşıyorlar depresyonlarını. Kadınlar da bu erkek dünyasına eklemleniyor, ama kendini bularak değil, kaybederek ilerliyor. Tabii sonrasında da ağır bedeller ödeniyor...

Depresyon daha çok büyük şehirleri mi vuruyor?

- Evet. Büyük şehirlerin cehennemi de büyük! İç bütünlüğünü kuramamış, bulamamış, bulur gibi olmuşsa da kaybetmiş insanlar sıkıntı yaşıyor. Ve bu durumdan en çok çocuklar zarar görüyor. Hiperaktivite ile damgalanıyorlar. Bu da yaratılmış bir başka hastalık. Bu çocukların anne babaları, özellikle annelerin büyük bir çoğunluğu depresyon benzeri durumlar yaşıyorlar. İşte o anne-babalar, intihar eğilimini arttırdığı tescillenmiş antidepresanlar kullanıyorlar. Çocukları ise ölümcül riskler barındıran kokain eşdeğeri ilaçlar içiyorlar.

Depresyonun üstesinden gelinebilir mi?

- Elbette. Önce farkında olacaksınız. Sonra geçmişten bugüne yaşadıklarınızı ve kendinizi kabul edeceksiniz. Bilinç geliştireceksiniz. Yaşam biçiminizi değiştirme gayreti göstereceksiniz. Bunun için emek vereceksiniz. İnsan, bilinci ölçüsünde sorunlarına çözüm bulabilir. Bu bilinci kendi başına da oluşturabilir, profesyonel destekle de. Profesyonel destek için şimdilerde İngiltere ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, özellikle çocuk, ergen ve gençlerde psikolojik destek öneriliyor. Yani psikoterapi...

Ben mesela, depresyona girip girmediğimi nasıl anlayacağım? Bir insan depresyona farkında olmadan girip çıkabilir mi?

- İnsan farkında olmadan bir sürü şey yaşıyor, yapıyor! İnsan, kendini tanımalı. Çünkü bu çok kolay bir şey değil. Güçlü yanlarını, zayıf yanlarını, geçmişten bugüne kişiliğinin hangi etkilerle oluştuğunu, kim olduğunu öğrenmeli. İnsan olmak, asgari bir emek gerektiriyor, bu emeği vermekten söz ediyorum. Hayat, elbette inişlerle çıkışlarla sürüyor, düz bir çizgide yaşayanımız var mı? Neden süreç olarak yaşamı, iyi ve kötü halleriyle kabullenmiyoruz? Nedir bu sürekli mutlu olmak, başarılı olmak, yukarda olmak, kazanmak takıntısı!

Bir dakika, bir dakika "gizli depresyon" diye bir şey yok mu?

- Kendi durumunu, yaşadıklarını inkár bu aslında. Erkeklerde daha belirgin bu durum. Diplere inmeyi kendilerine yediremiyorlar. Depresyon denilen şey, hep bu inkarla oluşuyor, inkarla besleniyor. Durumunu inkár edenler dünyasında ilaç, hiçbir iç muhasebe yapmaya gerek duymadan, bir şeylerin çözümünü vaat ediyor. Yanlış olan bu vaat. Tehlikeli, riskli hatta ölümcül olabiliyor.

Seks, depresyona iyi gelir mi?

- Sadece bedensel bir faaliyet olarak seks, hayır iyi gelmez. Dürtülerin doyurulduğu "performans" odaklı bir etkinlik olarak, bazen sorunu artırır bile. Çünkü iç bütünlüğün daha da kaybolmasına sebep olur. Örneğin, bir takım "uzman"ların, "Haftada şu kadar sayıda cinsel ilişki sağlıklıdır" gibi ifadeleriyle karşılaştığımda, benim böğrüme bir şey saplanır. Cinsellik, tensel-duygusal-düşünsel bir büyük buluşma olmaktan çıkarılmış, iki bedenin birbirini tatmin objesi olarak kullanmasına indirgenmiş durumda maalesef. Haa ama eğer ilişkiyi soruyorsanız, iyi gelir. Arada aşk varsa seks, iki insanın bir bütün olarak nefis bir buluşmasıdır ve çok iyi gelir...

 

ANTİDEPRESANIN İNANÇ ETKİSİ

Irving Kirsch ise antidepresanların "plasebo"dan farkı olmadığını buldu. Basında da geniş şekilde yer bulan Şubat 2008 tarihli son araştırması bu ilaçlara bu koşullarda başta onay verilmemesi gerektiğini vurguluyordu. Plasebo (boş tablet) verildiğinde insanların iyileşmesine, kısaca "inanç etkisi" de denebilir. Tüm ilaçlarda yüzde 20-30 arasında plasebo etkisi görülür. Antidepresanlarda bu oran yüzde 85’e kadar çıkıyor.


ANTİDEPRESAN

İNTİHAR/ SALDIRGANLIK EĞİLİMİNİ ARTIRIYOR

Antidepresanlarla ilgili en önemli kırılma noktası İngiliz psikiyatri profesörü David Healy’nin yaptığı araştırmalar oldu. Healy, intihar eğilimini azaltıyor diye reçete edilen SSRI (serotonin geri alımı engelleyicileri) grubu antidepresanların, aksine intihar/saldırganlık eğilimini artırdığını buldu. Haziran 2001’de gazetelerde, Amerika’da ilaç firması GlaxoSmithKline aleyhine sonuçlanan 6.4 milyon dolarlık davanın haberleri yer alıyordu. Firmayı, Don Schell’in damadı dava edilmişti. Don Schell, tabancasıyla önce eşini, sonra kızını ve torununu öldürmüş, ardından da kendini vurmuştu. Bu trajik olaydan iki gün önce, Schell’e, uyku problemi yaşadığı için Seroxat isimli ilaç verilmişti. Damat, kayınpederi Schell’i, Seroxat’ın şiddete ve intihara sürüklediğini iddia etmişti. Davadaki en önemli nokta, ilaç firmalarının daha önce gizli tutulan belgelerinin mahkeme kararıyla ve Healy’nin aracılığıyla kamuoyuna sunulmasıydı. Bu belgeler gösteriyordu ki, ilaç firmaları bu ilaçları kullananların yüzde 25’inin şiddet eğilimleri yaşadığını biliyorlardı ve uzunca bir süre bu bilgiyi saklamayı başarmışlardı.

 

 

 

 

Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup

Sieglinde W. Alexander (Çeviren: Üstün Öngel)

Mektubuma/çağrıma deneyimlerimi anlatarak başlamak istiyorum.

Çocuklukta yaşadığım suistimali yazıya döktükten sonra, 1993 yılında, depresyona girmiştim; işin aslı bu çocukluk anılarıyla yüklü acı ve ızdırap içinde yaşamak istemiyor, ölmek istiyordum. Yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ve bir HMO (Health Management Organization / Sağlık Yönetimi Teşkilatı) terapistiyle görüşmek üzere randevu aldım. O zamanlar, bir terapistle görüşmek için bekleme süresi 12 haftaydı. Depresyonum ileri düzeydeydi ve anksiyetem hareket kabiliyetimi boğmuştu; sistemin işleyişine boyun eğmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. İlave olarak, çaresiz hissetmenin yanı sıra, yardıma ihtiyacım olduğu için kendimi yargılıyor ve suçluyordum. Çocukluğumda olduğu gibi, “yüksek otoriteye”, sözde ne yapıyor olduklarını bilen uzmanlara, kendimi teslim etmiştim.

On iki haftalık bekleme sürecinde, manidar bir dönüşüm yaşanıyordu beynimde: depresif halime rağmen, hayatımda ilk kez beynimde (donmuş) bir şeylerin “çözülüyor/eriyor” olduğunu hissetmiştim (“defrosting”: donmuş bir şeyin buzluktan çıkarılıp normal haline gelmesi). Sanki yaşadığım travmayı yazıya dökmemle birlikte zihinsel olarak rahatlarken depresyon oluşmuştu ve bununla beraber iyileşme süreci de başlamıştı. Dondurulmuş, kilit altına alınmış travmatik anılarımın görüntülerinin bilincimde çözülmeye/erimeye başladığını hissediyordum. Otuz yıl önce yaşadığım travmanın zorla dondurulmaya çalışılmış etkisi çözülüyor ve tamamlanmamış süreç tamamlanıyordu. Nihayet, beynimdeki başıboş uçlar (nöronlar) bağlantı kurmaya çalışıyordu. Çocukluk anılarımla uğraşırken her temas ettiğim olay bir “flashback”le (geçmişten görüntülerle) sonuçlanıyordu. Yavaş yavaş neden tüm hayatım boyunca korku içinde olduğumu anlamaya başlıyordum. Bu “flashback”ler, geçmişte düğümlenmiş travmatik deneyimlerimin çözülme sürecine yardımcı oluyordu. Orijinal kaynağa –hislerime- ve kırk küsür yıllık travmamın ve korkumun kaynağına götürecek bir bilişsel bağlantıyı oluşturmakla işe başladım. Bunun üzerine, bir damga gibi sabitlenmiş korkum artık dehşet verici olmaktan çıkmıştı; gücünü kaybetmişti çünkü o anılarıma yapışmış ızdırap ve korku önce hissedilmiş, ardından da yok olmuştu. Artık kendimi çaresiz, çocuk gibi hisler içinde hissetmiyordum (çocuğun kendini ifade edecek bir “dili” yoktur ya hani). Başıboş uçlar işlevsel sol beyin bölgesiyle şimdi anlamlı bağlantılar kurmaya başlamıştı; ve çocukken açıklayamadığım ve ifade edemediğim duygularımı şimdi bir yetişkin olarak açıklayabiliyor, ifade edebiliyordum. Bu iyileşme sürecini devam ettirmek üzere yardım alma umudum/arzum üst düzeydeydi.

On iki haftalık bekleyişten sonra terapistimle ilk kez buluşmam, bu yaşamsal iyileşme sürecini vahşice kesintiye uğrattı. Bir psikiyatriste yönlendirildim ve sonuç “kognitif terapi” eşliğinde Wellbutrin idi (Türkiye’de “sigara bıraktırma” ilacı olarak da kullanılan “Zyban”. Ü.Ö.).

Terapistime ihtiyacım olan şeyi anlattım, eski anılarımı açığa çıkarmak ve hislerimi konuşmak istediğimi söyledim, ama anlamadı. Yaklaşık 10 seans sonra, onun (bayan psikiyatristin) acıyı bastırma/yönetme teorisine uymadığımdan dolayı çaresizliğini hissettim. İyileşmek istediğimi, yine üzerini örtmek/bastırmak istemediğimi söyledim, ama anlamadı. Yirminci seans sonrası ellerini açarak çaresizlik içinde “sana hangi teori uyar ki?” diye sordu. Teoriye ihtiyacım olmadığını, sadece sahip olduğum ve anlayamadığım duygularımla ilgili sorularımın cevaplarını vermesiyle iyileşmeme yardımcı olmasının yeterli olacağını söyledim. Bunun üzerine, onun düzeyinde bir psikoloji eğitiminden geçmemiş olduğum için onun açıklamalarını anlayamayacağımı söyledi bana. Yardım alacağıma, yine hakarete uğramıştım ve düğümlenmiştim. Kısa bir süre sonra, başka bir terapist aradım kendime. Bulduğum bu bayan terapiste de, aynı şekilde nasıl bir yardım beklediğimi anlattım; panik ataklarım ve süreğen korkumla nasıl bir bağ kurmaya çalıştığımı ve bunun için yardım aradığımı söyledim. Rahatsız bir ifadeyle, “analizin nasıl yapılacağını sizin bilmeniz gerekmiyor” diye cevap verdi (“analizin nasıl yapılacağına siz karar veremezsiniz” şeklinde de tercüme edilebilir. Ü.Ö.). Bir kez daha çaresizlik duygusu içinde, onu da bıraktım ve Wellbutrin’le devam ettim.

Yavaş yavaş antidepresanların yan etkilerinin farkına varmaya başlamıştım ve psikiyatristime aldığım aşırı kilolardan ve kabuklu deniz ürünleri (midye vb) ve çikolata alerjisi, uykusuzluk, anfizem (doku ve organlar arasında hava kalması) gibi diğer belirtilerden söz ettim. Şiddetle karşı çıktı ve kilo sorunumun menapozla ilişkili olduğunu söyledi, diğer belirtileri ise hiç önemsemedi. Dört yıllık Wellbutrin kullanımından sonra, daha az yiyor olmama rağmen 30 kilo almıştım.

1998 yılında psikiyatristimi değiştirdim ve yeni psikiyatrist Wellbutrin yerine Effexor verdi.

Yeni bir umut ile 1999 yılında EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing /Göz Hareketi Duyarsızlaştırması ve Yeniden İşlemleme) terapisi hakkında bir şeyler duydum ve bir EMDR uzmanı ile terapilere girdim. Epeyce bir özel seans sonrası HMO içinden EMDR terapisi yapan birini buldum ve parasal nedenlerle ona devam etmeye başladım.

Bir buçuk yıl sonra gördüm ki EMDR korkumu ve panik ataklarımı iyileştirmek adına hiçbir etki yapmamıştı. Sadece geçici baskılayıcı olarak işlev görmüştü. EMDR terapisini bıraktıktan çok kısa bir süre sonra tüm belirtiler yine ortaya çıkmıştı.

İki bin yılında, çok az kalmış gücümü toplayarak tüm “terapileri” bıraktım, antidepresanları attım. Effexor’u bırakmamın sonrası üç ay “ilaç bırakma sonrası etkilerle” yaşadıktan sonra bulanık beynimdeki perdeler kalktı ve ben yavaş yavaş tekrar hissederek yaşamaya başladım. İşin en şoke edici yanı, yaklaşık 7 yıllık antidepresan kullanımının hiçbir şeyi değiştirmediği idi. İlaca başlamadan sahip olduğum semptomlar aynen yerinde duruyordu. Panik ataklar ve çocukluk travmam, 1993’te ilaca başlamadan önce nasılsa aynen öyle canlı bir şekilde oradaydı. Tek fark benim yedi yıl boyunca depresyonla birlikte zombi gibi yaşamamdı.

Antidepresanların bana hediyesi kısa süreli bellek kaybı, 30 kilo ve yeni alerjilerdi. Çocukluk travmamın etkileri hâlâ oradaydı ve yaşamımı eksiye götürüyordu.

İnsanlık adına, psikiyatristlere sordum, niçin bu tehlikeli ilaçları kullanmam gerekmişti? Cevap sessizlikti ve ızdırabımı iyileştirmek için hiçbir önerileri yoktu. Çok geç öğrenmiştim ki, Wellbutrin vücudumdaki her şeyi, tiroidi bile yavaşlatmıştı. Kortisol seviyem 4.8’e düşmüştü. İlacı bıraktıktan sonra yan etkilerden birisi, anfizem kaybolmuştu. Fakat midye ve çikolata alerjim bugün bile hâlâ devam ediyor.

Buzdağının görünen kısmı 60 saat kognitif terapiydi (dört ayrı terapist ile), bu kayıp yıllar boş umutlarla geçmişti, bana sundukları sadece ağrı/acı yönetimiydi ve bunun anlamı bilinçteki zihinsel ızdırabı bastırmaktan başka bir şey değildi. Acımı/ızdırabımı yönetmek istemiyordum, çocuklukta yaşadığım suistimalin yaralarını iyileştirmek istiyordum. Doğal olarak, ne Wellbutrin ne kongitif terapi bunu sağlayamazdı. Her “hasta” gibi boyun eğerek tıp uzmanlarına güvenmeliydim. Aşırı kilo almam ve hâlâ devam eden anksiyetemle ilgili kaygılarım kaale alınmıyordu. Depresyondan, korkudan, anksiyeteden muzdarip biri ona yardımcı olması gereken uzmanlardan başka kime inanabilirdi ki? Effexor’la geçen üç yılın sonunda kısa süreli belleğimin önemli bir kısmını yitirmiştim.

Artık aradığım yardımı alamayacağımı bilerek, semptomları kendim ele almaya başladım. Bilhassa bilinçli olarak geçmişe, BÇT’ye (bastırılmış çocukluk travması) odaklanmıştım, kendi kendime gerçekleştirdiğim terapimde. Bastırılmış anıların su yüzüne çıkmasına izin verdim ve iki kez doğduğum/büyüdüğüm kasabaya gittim gerçekle yüzleşmek için. Acıyı hissettim ve boşalttım, böylece travmayla ilgili tamamlanmamış süreç tamamlanmış oldu. Bu adım adım gerçekleşen doğal süreç ve beni etiketlemeyen, teorileriyle veya kendi sınırlılıklarını bana yansıtarak beni düğümleyenler gibi hareket etmeyen, empatik dostların desteği ile doğal bir iyileşme oluşmaya başladı. Şimdi üç yıl sonra, kendime zihinsel olarak güçlü biriyim diyebiliyorum ve çocukluktaki travmadan kendimi özgür kıldığımı söyleyebiliyorum.

Şimdi Welbutrin ve Effexor’un, yavaş çalışan bir metabolizma ve kısmi kısa süreli bellek kaybı gibi kalıntı etkileriyle uğraşıyorum.

Son olarak Çocukluklarında Suistimale Uğramış Yetişkinler’in benimle iletişim kurduğunu ve sadece çocuklukta başlarından geçen kötü hadiseleri (travmaları) değil, psikiyatristler, psikologlar ve terapistlerle yaşadıkları utanç verici deneyimleri de bana ilettiklerini söylemek isterim (Adults Abused as Children Worldwide/ Çocukken Suistimale Uğramış Yetişkinler adlı web sitesine göz atabilirsiniz: www.aaacworld.org ). Çaresizlik içinde çeşitli kurumlara, hatta kiliselere bile yardım için başvurmuşlardı. Bazıları on yıldan uzun bir süre hiçbir sonuç vermeyen terapideydiler. Çoğu antidepresanlar kullanıyordu ve/veya çeşitli terapilerle travmalarını bastırmaya programlanmışlardı. Bazıları ise din öğretisine kapılmış ve bir tanrıya körlemesine itaat etmenin yaşamlarını değiştireceğine ve iyileştireceğine inanmışlardı.

Erken çocuklukta yaşanan travmanın, anksiyetenin, depresyonun etkileri, travma ellenmemiş/işlemden geçirilmemiş olarak bırakıldığı müddetçe canlı kalacaktır. Diğer rahatsızlıklar ve yan etkiler iyileşme fırsatı tanınmamış herkesin hayatına hakim olmaya devam edecektir.

Zihinsel iyileşmenin, ancak yargılamadan, etiketlemeden ve yardım arayanları teorilerle sınırlamadan, sürece empatiyle destek olarak gerçekleşebileceği konusunda benimle aynı fikirde olan birkaç terapistle tanıştım sadece. Maalesef, psikolojiyle ilgili profesyonellerin çok azı böyle bir şeyi gerçekleştirebilecek durumda. Çoğu zaman, terapist böyle bir empatik destek sunma becerisine sahip değil, çünkü kendi yüzleşmedikleri çocukluk travmaları, yardım etmeye soyundukları kişilerin iyileşme sürecine eşlik etmelerine engel oluyor.

Bu alanda çalışan tüm profesyonellere seslenmek istiyorum:

İnsana saygı duyun. Danışanlarınızı, kendilerinin (iç dünyalarının) daha çok farkına varmaları için destekleyin ve sordukları her soruyu üstün olduğunuzu varsaymadan cevaplayın (ya da "üstünlük taslamadan" da denebilir. Ü.Ö.)

Eğitiminizi akıllı bir şekilde ve sadece o kişiyi özgür kılmak üzere uygulamaya yansıtın, teorilerinizle veya doktrinlerinizle yeni bağımlılıklar ve çaresizlikler oluşturmak üzere değil.

Genç psikologlara en yaşamsal şeyi öğretin (zorunlu ders programlarınızın yanı sıra): her insanın tam bütünlüğe sahip sağ beyinle dünyaya geldiğini ve yaşamı boyunca duygularıyla varolan bir yaratık olduğunu.

Hepsinden önemlisi, psikolojiyi veya psikiyatriyi kişisel sebeplerle seçenlerin, sol beyin bölgesi bilgilerini insanların acılarına çare diye sunmadan önce, kendi travmalarını hissetmelerini ve iyileştirmelerini tavsiye ederim. Unutmayalım ki, zihinsel/duygusal acının iyileştirilmesi tek başına sol beyin bölgesiyle oluşturulmuş bilgiyle sağlanamaz, çünkü hepimiz mükemmel bir şekilde çalışan sağ beyin bölgesiyle, duygularımızla, dünyaya geliyoruz; suistimal ve travmayla zarara/hasara uğramış olan da bu duygularımız.

 http://www.boxbook.com/Writing_table/letters/psychologist.htm

http://www.sabah.com.tr/haber,78C1AC73F7A74A59860A62493DF1967B.html

Hiperaktivite ilacı kullanan çocuk intihar etti

HİPERAKTİVİTE tedavisi gören ve 'Ritalin' isimli ilacı kullanan 15 yaşındaki İngiliz Anthony Cole, kendini astı. Gencin intiharı ilacın yan etkileri ile ilgili şüpheleri artırdı. Çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite tedavisi için kullanılan 'Ritalin', daha önce de uyku bozukluğu, agresiflik ve benzeri yan etkilerinden dolayı eleştiri almıştı. Ailesi, Anthony'nin intihardan bir gün önce annesine miras mektubunun nasıl yazıldığını ve yaşam sigortasını sorduğunu belirtti.

 

 

Yeni Bir Akıl Hastalığı Bulundu: Meslekî Düşünce Bozukluğu

DSM adıyla bilinen Psikiyatri Teşhis Elkitabı’nın bir sonraki baskısı için yeni bir “akıl hastalığı” önerisi yapıldı. Avrupalı psikiyatristlerin, kendi meslekî grupları içinde çok sık rastlandığını ileri sürdükleri bu akıl hastalığının listeye eklenip eklenmeyeceği ise merak konusu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında psikiyatrik hastalık listesine sürekli artan bir oranda yeni hastalıklar eklendiği biliniyor. Nerdeyse gündelik hayatımızda yaşadığımız her zorlanma ya da sergilediğimiz her farklı davranış “akıl hastalığı” olarak etiketleniyor.

Şimdi ise bizzat psikiyatristler, sergiledikleri mesleklerinin özüne aykırı davranışları nedeniyle “akıl hastalığı” etiketiyle karşı karşıyalar.

Avrupalı Psikiyatristler Birliği’nin 21. olağan kongresinde “özel oturumda” bu yeni durumu enine boyuna tartışan psikiyatristler, “Meslekî Düşünce Bozukluğu” adını verdikleri “akıl hastalığının” bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nde daha sık görüldüğünü ve bu hastalığa yakalanmış psikiyatristlerin bir an evvel tedavi olmaları gerektiğini belirttiler.

Tedaviyi kabul etmeyen psikiyatristlerin ise bir an önce meslekten uzaklaştırılmasını şart gördüler. Tedavi edilmeyen “Meslekî Düşünce Bozukluğu”nun, bu psikiyatristlerden yardım alan insanlar için büyük bir tehlike oluşturduğuna da dikkat çekildi.

Bu akıl hastalığının belirtileri ise şöyle sıralandı:

- entelektüel ve ahlakî açıdan herkesten üstün olduğunu düşünmek

- kendi duygularıyla başetmek konusunda ciddi zorlanmalar yaşamak

- yardım ettiği kişilerin duygularını anlamakta ciddi zorlanma yaşamak

- kendi yaşadığı stresin farkında olamamak

- insanlarla açık bir iletişim kurmakta ciddi engelleri olmak

- yardım ettiği kişilerle ve başkalarıyla iletişimde çok katı bir tavır sergilemek; karşıdakini hiçe saymak, karşıdakine kaba davranmak ve karşıdakini dinlememek

- çok katı inançlara sahip olmak ve bu inançları kanıtları olan gerçeklermiş gibi sunmak

- yardım ettiği kişiye ve iletişim kurduğu herkese, o anda konuşulan konuyla hiç alakası olmayan tuhaf sorular sormak

- kendisini çok önemli, çok zeki, çok üstün görmek; bu üstünlük duygusunu zedeleyebilecek türden eleştiri yapan herkesi akıl hastası olarak etiketlemek

- dünyayı kendi üstünlüğüne karşı hareket eden bir güç olarak görmek, sanrılar yaşamak

- kendi dürtülerini ve arzularını, yardım etmeye kalkıştığı kişinin dürtü ve arzularından ayırt edememek; örneğin karşıdaki insanı kızdıracak bir söz söylediğinde ve karşıdaki da bu söze kızdığında, bu kişinin kızgınlığını bir akıl hastalığı sonucu olarak görmek

- mesleğinin özünün insanlara yardım etmek olduğunu unutmak; mesleğini bir iktidar aracı olarak kullanmak

- zor durumdaki insanları, sadece bir beden olarak görmek ve sadece ilaç vermek

- zor durumdaki çocuklara, çocuklarda kullanımının tehlikeli olduğunu bile bile yetişkin ilaçları vermek

- bir düşünce bozukluğu yaşıyor olduğunu inkar etmek

 

Psikiyatristlerden yardım alan insanların ve bilhassa yakınlarının bu “akıl hastalığı” ile karşılaştıklarında derhal görüşmeyi kesmeleri ve ilgili birimlere durumu bildirmeleri gerektiği önemle vurgulanıyor.

Aksi durumda, yani bu uzmanlarla görüşmeye devam edildiğinde, yardım alan kişinin durumunun daha da kötüye gideceği kaçınılmaz bir sonuç olarak görülüyor. Bu durum ilgili birimlere bildirilmediğinde ise, bu akıl hastalığını yaşayan uzmanın kendi başına ben hastayım deme olasılığı sıfıra yakın olduğu için, bu uzmandan yardım alacak başka insanlar da ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olacaklar.

 

 

Hiç yorum yok: