11 Temmuz 2008 Cuma

Bir delilik türü belki de...

“Boş bir sayfayı yaza yaza doldurmaya çalışmak bir delilik türü belki de”

İnsan hayatı çukurlarla doludur. Bazısına düşer, bazısının yanından geçer, bazısını görmezden gelir, bazısını Kaf dağının ardında olsa görür insan. Düşe kalka ilerlediğimiz bu yolda, bir çukurun dibindeymiş gibi hissettiğimiz o berbat zamanlarda, gerçekten çukura düşsek ne olur? Kafamızı, gözümüzü, dizimizi, bacağımızı parçalasak... Bize çukurun dibindeymişiz hissi veren insanlar geçmiş olsuna gelse, biz hiçbirini görmek istemezken. Neşe Cehiz yeni romanı Çukurda’da, bu hisleri Evren Bükülmez karakteri ile anlatmış okuyucuya. Ablasıyla, sevgilisiyle, işiyle sorunlar yaşayan genç bir kadın olan Evren’in, çukura düşmeden önce, “yokuş aşağı” geçirdiği iki güne tanıklık ediyor okuyucu romanda.

Evlilik Cüzdanlarını Buruşturan Öyküler, Fasulyeden Aşklar, Beni Odana Götür, Bakire Kızlar ve Ötekiler gibi kitapların yazarı Neşe Cehiz, aynı zamanda Babaevi, Sil Baştan, Zerda, Ihlamurlar Altında, Asi gibi televizyon dünyasında iz bırakmış dizilerin senaryosunda imzası bulunan bir senarist ve Biokimya uzmanı… Neşe Cehiz’le kariyeri, yazın hayatı ve senaristliği üzerine konuştuk…

Eczacılık eğitimi aldınız. Neden eczacılığı tercih ettiniz?

Küçükken bütün çocuklar gibi doktorculuk oynardık Keçiören’deki şirin mahallemizde. Afacan oğlanlara ilaç deva niyetine karamela haplar dağıttığımı hatırlıyorum. Belki küçük kutularda sakin sakin yatan bu renkli, küçük, parlak, dönüştürücü, mucize nesneleri sevmem itelemiştir eczacılığa. Belki de ailede çok doktor bulunması, sevgili ağabeymin de o sıralar tıp fakültesinde okuyor olması etkilemiştir. Belki de başka bilinmeyen, bilinçaltı, bilinçdışı nedenler. On yedi yaşında insan ne istediğini, seçimlerinin nedenini pek bilemiyor. Ama hiçbir zaman kendimi bir eczanede oturup müşteri beklerken hayal etmedim. Zaten eczacılık mesleğini hiç yapmadım. İki yıl kadar üniversitede Toksikoloji (zehir bilimi) master programına devam ettim. Sonra da Biokimya alanında ihtisas yapıp uzmanlaştım.

Yazmaya ilginiz nasıl başladı?

Yazma serüveni küçüklükten yana vardı. Sayısız şiir yazmıştım önceleri. Bunu niye yapıyordum bilmiyordum. Kime anlattığını, neden anlattığını bilmeden boş bir sayfayı yaza yaza doldurmaya çalışmak bir delilik türü belki de. Bu hayattaki bir boşluğu doldurmaya çalışmak sanki. Sayfa dolunca kendini iyi hissediyor insan. Yani o renkli küçük parlak haplar gibi mucize etkisi oluyor. Bu yüzden de artık bunu niye yapıyorum diye kendime sormuyorum. Yazdığım sürece hayat bana hiç de sıkıcı gelmiyor çünkü. Sonradan hiç beğenmediğim o şiirler için odaya kapanmak güzeldi. Öykülere, romanlara geçişim ise seksenli yılların sonlarında oldu. Dizi yazarlığımın miladı ise doksanlı yılların ortalarına dayanıyor.

Yazdıklarınızı paylaştığınız ilk kişi kimdi? Nasıl bir tepki aldınız?

Yazdıklarımı ilk kez abim Naci Cehiz ile paylaşmıştım. 22 yaşındaydım ve bir gecede 35 sayfa yazarak sabahı etmiştim. Bu benim için çok cesur bir yolculuktu ama sabahında abime okuttuğumda yüzünün giderek ekşidiğini görmüştüm. Beğenmemişti! Çukurda adlı romanımdaki Özgür karakteriyle örtüşüyor Naci abim. O beğenmediğinde daha iyisini yazmam gerektiğini anlamıştım. Sağlam bir edebiyat kültüründen geldiği için önemserdim söylediklerini. Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, Şolohov gibi yazarları su gibi okumuş, yutmuş biriydi. Ben de onun kitaplığından eğitim görmüş biriydim. Dağınıklığımı düzeltmem, toparlamam için elime cetvelle vurduğunu bile anımsıyorum hâlâ, azıcık hüzünlenerek.

Edebiyat dünyasıyla nasıl tanıştınız?

Doksanların başında (doksan birdi galiba) önemli bir kitapçı vardı Nişantaşı’nda; Akademi Kitabevi. Her yıl bir öykü yarışması düzenlerdi. Amaç yazın dünyamıza yetenekli, genç kalemler kazandırmaktı. Ben, daha sonra Varlık Yayınları’nın basacağı Evlilik Cüzdanlarını Buruşturan Öyküler ile katılmış ve birinci olmuştum bu yarışmada. Böylece ilk kitabım basıldı. Birinciliğin verdiği gazla da hemen ikinci kitaba giriştim. Sonra da İstanbul Radyosu’nda tanışlar edinip radyo oyunları ve arkası yarınlar yazmaya koyuldum...

Hastanede çalışırken, yazmaya devam ediyormuşsunuz. İnsanın başka bir iş yaparken yazmaya devam edebilmesi, büyük bir tutku ve edebi özgüven gerektiriyor olmalı. İlk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissettiniz?

İlk yapıtımı basılı gördüğümde çok büyük bir heyecan, çok büyük bir sevinç hissetmiştim haliyle. Ama aynı sevinci bugün de hissediyorum... Dünyanın bütün DiziJnimetlerini verseler basılı kitabımı ilk gördüğüm ana değişmem yazarlığında elde ettiğim maddi ve manevi tatmini yazın alanında elde edememişim demek ki. Ama kaşarlanmamış, hâlâ hevesli, istekli bir yazar olarak kalmış olmamı da çok olumlu buluyorum tabii. Kendimi bırakmıyorum, vazgeçmiyorum. Bu inatçılık çok işime yarıyor.

Senaryo yazarlığına TRT’ye radyo oyunları yazarak başladınız. Biyokimya ihtisası, yazarlık, derken senaryo yazarlığı… Bu süreç nasıl gelişti?

Aslında her şey iç içe gelişti. Yazarlığı farklı türlerde denedim ben. Parasız pulsuzken yaşam itti arkamdan, radyo için, televizyon için yazdım. Yaşamın akışı içinde kalemimi ordan oraya sürükledim. Dizi yazarlığı daha çok ağırlık taşıyor çünkü yapımcılar her an telefonumu çaldırıyor ve bir şeyler yazmamı istiyor. Karşılığını da aldığım için en çok diziler için emek harcıyorum. Yazınsal çabalar ne yazık ki para getirmiyor. Üstelik para getirmediği gibi, kitabınız basılana kadar çok yıpranıyorsunuz. Oysa ben zamanımın büyük kısmını yazın alanında yapıtlar vermek için kullanmak isterdim. Kafamda sayısız tasarı var ama bunları hayata geçirmek için ihtiyacım olan zamandan epey yoksunum.

Televizyon dünyasının da, edebi dünyanın da çok zorlayıcı olduğu bilinir. Bu anlamda vazgeçmek, her şeyi bırakmak istediğiniz oldu mu? Kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?

Dizi yazarlığı çok yıpratıcı çünkü başarınız tamamen izlenme oranlarıyla ilintili. Yapımcılarınız devreye giriyor, size yazdıklarınız konusunda söylevler atıyor, senaryolarınızı değiştiriyor. Üstelik de zaman aşırı sınırlı ve bir haftada her şeyi kotarmak zorundasınız. Ama belli bir çalışma düzeninde, çarklar işliyor, siz makineleşiyorsunuz. Sabah akşam çalışmaya, yoğunluğa, uykusuzluğa alışıyorsunuz. Alışınca da bunun zor olduğunu unutuyorsunuz. Sızlanmak aklınıza bile gelmiyor. Her şeyi bırakmak imkansız ayrıca. Yapımcılar salıvermez çünkü sizi. Sıkıysa deneyin.

Ebeveynler genellikle çocuklarının sabit bir gelir getirmeyen işlerden uzak durmasını ister. Birçok insan yaratıcı yönünü bastırmak, kendini ofislere hapsetmek kalıyor bu nedenle. İnsan tutkularından para kazanabilir mi? Tutkuyla yapılmayan bir işte çok başarılı olmak mümkün mü?

Yaptığı işi hem sevmek, hem de bu uğraşla para kazanmak çok güzel tabii. Sinoplular, Eşek olsa anlar, kulaklarını sallar diyor ya, aynen öyle bir şey işte. Tersi için de aynı şey geçerli elbette. Dediğinize aynen katılıyorum. Ama ofislerde iyice bunalıp o baskıyla yaratıcı şeyler de yapılabilir. Umut her yerde, belki ofis çekmecesinde bir yerde. Şöyle bir bakmak lazım.


Televizyon dizilerinin popülerleşmesi gençlerin ilgisini senaristliğe çekti. Bu alanda çalışmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Benim yaşam boyu inandığım ve hayata geçirdiğim bir gerçeklik var. O da çalışmak. Yalnızca çalışmak. Yöntemler farklı olabilir tabii, her yiğidin kendine özgü bir yoğurt yiyişi, yoğurdu dudaklarının ve çenesinin bir yanlarına bulaştırma biçemi var. Ama çalışma yöntemleri farklı da olsa, dizilerde dramatik yapı büyük önem tutuyor. Bu nedenle gençler en çok dramatik yapı üzerine kafa patlatmalı. Yoksa büyük kitleleri etkilemekte zorluk çekebilirler.

Oylum Çağan

Tarih : 09.07.2008

Hiç yorum yok: