25 Eylül 2009 Cuma

KENT ve SANAT

          

 

Galeano’nun, Kucaklaşmanın Kitabı adlı kitabındaki küçük öykülerinden biri şöyledir: İspanya savaşı biteli birkaç yıl olmuştur. Yenilmişlerden biri, hapisten yeni çıkmış bir işçi, iş arar. Çalmadık kapı bırakmaz, ama kimse bir Kızıl’a iş vermek istemez. Akşamları, Pazar ayinlerini kaçırmayan sofu karısının sitemlerine sessizce katlanırken, küçük yaştaki oğlu da karşısına geçip Kutsal Kitaptan bölümler okur ona.

Çocuk, babasını sonsuza dek lanetlenmekten kurtarmak ister. “Ama babacığım” dermiş ağlayarak, “Tanrı yoksa dünyayı kim yarattı?”

Babası, bir sır verecekmiş gibi başını eğerek, “Dangalak,” dermiş ona, “biz yarattık dünyayı, biz tuğla işçileri.

 

Kent, hem sosyolojinin, hem ekonominin, hem de mimarinin konusudur. Ama önce, içinde yaşayanların konusudur. Birbirinden farklı milyonlarca bireyin bir arada yaşamasıysa demokrasiyle ilgilidir. Demokrasi de, varsa eğer, varlığını uzman kişilere, politikacılara değil, o kentin insanlarına borçludur.

 

İnsanın ikili bir yapısı var; bir yandan doğal öte yandan kültürel... İnsan, hem kendi doğal yanıyla hem de genel doğayla çatışır. Uygarlık dediğimiz şey de, doğrudan uygarlıkla ilişkisi bulunan kent de bu çatışmadan doğmuş. Bu çatışma elbette sürmeli, çünkü insanın kendi doğası ve genel doğayla çatışması biterse insan olmaktan çok bir yığına dönüşecektir. Öte yandan insan artık kendi genetik yapısını bozacak duruma gelmiş, dünyayı böyle kirletmeye de devam ederse dengesini bozduğu bu dünyada yaşama olanağı da kalmayacak. Bu denge özellikle 17. yüzyılda başlayan sanayi devrimiyle bozulmaya başlar. 19. yüzyılda ortaya çıkan, giderek rakipsiz kalan kapitalizm, bu bozulmayı uç noktaya vardırdı. Kapitalizmin, kendini önleme olanağı yok. Çünkü önlem almak, kârdan vazgeçmeyi gerektiriyor.  Bu durumda yeni bir zihinsel devrime ihtiyaç var; sanatçıya, bilimciye, felsefeciye büyük sorumluluk düşüyor.

 

Batıdaki iktidar, şehir konusunda kendini tanımlarken, ne yapacağını söylemiş. Yani eyleminin yanında sözü de var. Bizim taraftaysa, devletin ne söyleyeceği belli değildir. En fazla, kendi aralarında “Onlar ne anlar!” ya da “Onlar bu dilden anlar!” diyorlardır. Politik bilinçten yoksun kitleler, politik gücü elinde bulunduranların güttüğü yığınlar haline geldiler.

 

Devletin ve onun uzantısı haline gelmiş yerel yönetimlerin karşısında suskunuz. İnsanlar kendilerine ait olması kenti, ranta bıraktılar. Bu nedenle artık sokaklarında tarihleri de yok. Evlerden oluşan gerçek mahalleler yok. Yüz yüze bakan evler, insanlar yok. Eski Türkçe’de yoldaş arkadaş anlamına gelen komşu (konşı) anlamını yitirdi. Artık komşularımızı tanımıyoruz. Aynı apartmandaki tanımadığım bir komşum, zilime basıp benden cezve istediği için sevinçten havalar uçtum.

 

Mehmet Ali Kılıçbay, Kentler ve Şehirler adlı kitabında şehirlerin dişi, kentlerin erkek olduğunu söyler. Ona göre uygarlık da dişidir. Fark böylece netleşir: Şehirler uygarlık yanları ağır basan yerleşim yerleri, kentler ise daha çok insan ve bina yığılmaları olarak ortaya çıkmaktadır.  Erkek yaşam tarzının başlangıcı itibariyle uyarlığın zıddında yer aldığını biliyoruz. Sözgelimi avcılık, ne doğayı dönüştürür ne de belli bir mekânda sabitleşmeyi gerektirir. Oysa kadın, hem ekonomik (tarımı, buna bağlı olarak yerleşik düzeni de kadınlar bulmuştur) hem de sanatsal yönden erkeğin doğaya tabii yaşantısının karşısında uygarlığı inşa etmiştir. Sadece uygarlığı değil, sanatı da… Sanat, doğayı kendi programının dışında yapmaksa, sanatın başlangıcında da kadın vardır. Kendini ve evini süsleyerek, yeniden yaratır. Duygusal olması bile doğallıktan bir sapmadır.

Üretim, sanat, kadın ve şehir…

Tüketim, savaş, erkek ve kent…

Kadın, doğallıktan kopmaktan korkmadığı için dişilikten kadınlığa doğru değişmiş, ama erkek erkekliğini hep sürüklemiş, sonunda kadının inceliklerini kabalaştırarak zimmetine geçirmiştir. Hâlâ avcıdır.

 

Bu farkı kentleşmenin serüveni içinde de görmek mümkün: Doğu’da despot ve yığın, Batı’da kabul ettikleri yasaları “efendi” kabul eden yurttaşlar…

 

Kral, kendini tanrı tarafından seçilmiş bir vekil olarak görür, kanal, sarnıç yaptırmayı, tanrıyla arasındaki bir ilişki olarak sunar.

 

Krala ve onun yasalarına karşı gelmek, tanrıya karşı gelmektir.

 

Teknik işler, kralın otoritesini yükseltmek için kullanılır. Yıldızlar gözlenip takvimler hazırlanır, kanallar açılır, yönetimin kayıtlarını tutmak için yazı bulunur. Sonunda tanrıya yakışır tapınaklar, kentler kurulur. Mimarinin iktidarla binyıllar sürecek ilişkisi böylece başlar.

 

İlk sağlam ve görkemli yapılar kent merkezlerinde yönetici azınlığa yapılır. Su ve lağım kanalları, tuvalet, banyo gibi yenilikler yine yönetici azınlık içindir. Bugün bile  hayranlık uyandıran lağım şebekeleri, tarihte en despot iktidar biçimleriyle birlikte görülür.

 

Yönetilenin erdemiyse boyun eğmektir. Yönetenin teröründen bu erdeme sıkıca sarılarak kurtulur insan. Öfkelenmek ve cezalandırmak tanrı-kralın öz niteliğidir çünkü. Derken kralın öfkesi öteki kentlere sıçrar. Kurumsal savaş da bu dönemde, kentle birlikte başlar, dünyaya yayılır. Kentler, genişlemek için öteki kentleri ortadan kaldırır. Savaşlar kentin kaynaklarını tüketmeye başlar. Surlar, hendekler, kaleler yapılmaya başlanır. Kazdıkça bir yenisi çıkan kentlerin çoğu, savaşın marifetiyle ortadan kalkmış kentlerdir.

Kentleşme, erkek egemenliğinin de başlangıcıdır, artık yaratıcılığın kaynağı toprak ve onunla özdeşleşen rahim değil, zihindir. Babillilerin yaratılış efsanesinde, erkek tanrılar Marduk’un önderliğinde, “Büyük Ana” Tiamat’ı yenerler. Eski bir Mısır resminde tanrı Atum, dünyayı mastürbasyon yaparak yaratır. Böylece, mimaride, kadınsı eğri çizgiler yerini erkeksi dik çizgilere, dik açılara, dikili taşlara bırakır. Bu, bugün de mimarinin tartıştığı bir konudur.

 

Bu kentlerin altı da üstü de mamurdu, ancak, diyalog kentin sahibi tanrıyla kral arasındaydı.

 

Doğu’nun altı da üstü de mamur kentlerinin aksine Atina’da lüksten uzak bir hayat vardı. Tuvalet, lağım çukuru yoktu. Sokaklar daracık, tozlu, çamurluydu. Buna karşılık,  sitede yaşama sanatı olmadan siteyi düşünmek mümkün değildi. Aslolan “adalet ve ölçülülük” duygusuydu. Doğu’nun korkuya teslim olmuş yığınlarına karşılık, kararları birlikte alan “özgür” insanlar, “diyalog” üzerine kurulmuş bir hayat… Yasa önünde herkesin eşit olması, eşit konuşma hakkını da yanında getirmişti. Her yurttaş, her şeyin tartışıldığı mecliste söz sahibiydi ve yönetimde önemli bir görevi üstleniyordu.

 

Sanat için, konuşmak için serbest zamanları vardı. Öyle ki  bir yüzyıl içinde,  seçilmiş 2000 piyes sahneye kondu. 6000 müzik eseri yorumlandı. Bu etkinliklere en az 2000 Atinalı katılıyordu. Hem seyrediyor hem oynuyorlardı. Kentin mührü, kurayla her gün bir başkasına geçiyordu. (Bu sistemi, Doğu uygarlıklarının çalıştırma düzeniyle karşılaştırdığımızda fark iyice ortaya çıkar. Örneğin, Herodot’a göre piramitlerin yapımında, on yıl süreyle 100 bin taş işçisi çalıştırılmış.)

 

(“Serbest zaman”ın önemini, kent ve köy arasındaki farkı sezdiğimde ortaokuldaydım. Yazları, benden istenen her şeyi yapan, köylü çocuk ırgattım. Kışları okul için kentteydik gerçi, ama merkeze uzak, daracık, çıkmaz sokaklı evlerde yaşıyorduk. Yine de o yıllardan, hayata (avluya) açılan evler, sofaya açılan odalar, devlet tiyatrosunda izlediğim Nalınlar oyunu, birkaç defalık hamam sefası özellikle de kentin kalesi kalmış aklımda. Bizim evimiz ve sokağımızla, merkezdeki evlerin ve sokakların ve buralarda yaşayan insanların farkını görmem de uzun sürmedi. 

Kenti sevmiştim. Zamanla, bana öğretilen yollardan değil, kendi keşfettiğim yollardan gitmeye başlamıştım okula. Herkesin birbirini tanıdığı köyden sonra, kalabalığa karışıp “yalnız” olabilmek, tattığım ilk özgürlük duygusuydu. Bu, istediğimle arkadaş olurum, istediğime aşık olurum, istediğim işi yaparım’ın tohumuydu aynı zamanda.

Köydeki belirlenmiş yatma kalkma saatlerinin arası, nerdeyse sadece çalışmayla dolduruluyordu. İşini bitirdiğini, boş durduğunu gören büyüklerden biri, hemen o anda senin için yeni bir iş buluyordu. O “serbest zamanı” yaratabilmek için olabildiğince hızlı çalışıyordum, ama ne mümkün! Bir gün babama, yani despota, yani tirana, yani devlete şöyle dedim: “Verdiğiniz her işi yapacağım, ama bir de düşünme saati istiyorum.”  Otuz beş yıl savaşları da böylece başlamış oldu.)

 

Politik erdemin herkeste bulunduğunu savunan, demokrasi taraftarı sofistlerin yerini,  mutlak bilgi ve mutlak iktidarı birbirine bağlayan filozoflar alır. Platon, Sokrates’in ağzından, erdemi, herkesçe kavranamayacak bilgiye bağlar. Bu anlayış kenti de biçimlendirecektir. M.Ö. 5. yüzyıla kadar, doğu uygarlıklarının tersine denize, kıra açılan kent, surların ardına kapanacak; aritmetik eşitliğin yerini geometrik eşitlik alacaktır. Bu düz çizgiler, dik açılar sonraki zamanlarda Roma’ya ve pek çok kente de biçim verecektir.

Platon, Devlet’te ideal siteyi anlatır; kentin ortasında yuvarlak bir meydan ve bu meydanı çevreleyen tapınaklar… Kentin etrafında surlar yok, ama birbirinin aynı evler bir çember üzerinde sıralanarak duvar oluşturacaktır. Thomas More da  Ütopya’sını Platon’dan esinlenir. Bütün kentler birbirinin aynıdır. Birini görmek hepsini görmek demektir. Keşfedecek yeni bir yer yoktur. Gezmeye değil çalışmaya yöneliktir.

Site, yurttaşın olmaktan çıkmış, iktidarın arenası olmuştur. Eski dar, kıvrılan sokaklar, yerini orduyu, bürokrasiyi taşıyacak geniş caddelere bırakır.  Geniş caddeler, bu caddeler boyunca sıralanmış kusursuz biçimde sıralanan yapılar, aslında askeri rejimin, bürokrasinin dış görünümüdür.

Bizim kentlerimizde de istemediğini dışarıda bırakan görünmez surlar var. Ait olmadığı sınıfın mahallelerine, görünmez surları geçip varan insanın eğretiliğini hayatımızın bir yerinde görmüş ya da yaşamışızdır.

Arjantinli çizer Mordillo’nun, tekbiçimciliği ve militarizmi eleştirdiği bir karikatürü şöyledir: Aynı tip evler, geniş caddeler boyunca art arda sıralanmıştır. Hepsi de gridir. Evini farklı boyayan biri, polis tarafından coplanarak polis arabasına doğru götürülür.

Birbirinin aynısı sokaklar, caddeler, evler; birin görünce öbürlerini de görmüş kadar olacağımız kentler bunun sonucudur ve burada insanın yaratıcılığından, sanattan söz etmek pek mümkün değildir. Olsa olsa, devletten ve çoğunlukla onun sürdürücüsü olmaktan kurtulamayan yerel yönetimlerin hesabından söz edilebilir. Geriye bunu, yazmak, söylemek, çizmek kalır; romanla, öyküyle, şiirle, çizgiyle…*

 

*Bu yazı aşağıdaki kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır:

 

1-Mehmet Ali Kılıçbay, Şehirler ve Kentler, İmge Kitabevi

2-Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında KENT, Ayrıntı Yay.

3-Sanat Sosyolojisi, Derleyen Ömer Naci Soykan, Dönence Yay.

 

Zeynep Uzunbay

Hiç yorum yok: