28 Şubat 2008 Perşembe

İşimiz gitmek...

İşimiz gitmek...
Hangi yolda nasıl gittiğimizi yıldızlar bilir...
Ama durduğumuzu zannettiğimiz zaman da gideriz...
Çünkü zaman içimizden geçer...
***
Etrafta ne kadar çok dağ, ne kadar çok vadi ve ne kadar çok orman var...
Önümüzde bir yol kıvrılır gidilesi hâlbuki ama merak insanı bitirir...
Merak zamanın yol arkadaşıdır gönül çelen...
Ya yolun sonu için bir kestirme varsa?
Ya yolun sonunda kavuşulacak olan, orada değil de, şuradaki dağın ardındaysa...
Veya ağaçların arkasındaki vadinin?
***
İşimiz gitmek...
Gideriz.
Durduğumuzu zannettiğimiz zaman da...
***
Çizdiğimiz zikzaklar...
Tırmandığımız yokuşlar...
Saptığımız patikalar...
Hep uzaktan duyulan sesler... Hep uzaktan görünen havai fişek cümbüşü...
Ve hep olduğunu sandığımız gösterişli kapıların arkası içindir...
Hep...
Yıldızlar her şeyi görür yukarıdan...
Ama fısıldamazlar bir türlü labirentin çıkışını...
***
Ne umarız ve ne buluruz bu yolculukta?
Anlamaya çalışmadan çoğu zaman, gideriz...
***
Doğarken alnımıza iliştirilmiş berattır “yolcu” sıfatı...
Geriye dönemeyiz...
Duramayız...
Durduğumuzu zannettiğimiz zaman da gideriz...
Keşfettiğimiz vadiler, tırmandığımız zirveler, içinde kaybolduğumuz ormanlar dipsiz bir kuyudan çektiğimiz sudur; kandırmaz...
Ağustos güneşini içimizde taşırız.
Bir ateştir o...
Aşktır...
Kimini oldurur...
Kimini öldürür...
***
Yıldızlar her şeyi görür yukarıdan ama fısıldamazlar...
Yeryüzü ölülerin türbesidir yekpare...
Yekpare bir mezarlığın içinde, kendimize ait olanı aramaktır yaptığımız; farkına varmayız...
Hangi yolda nasıl gittiğimizi bu türbenin gökyüzü kubbesindeki kandiller bilir...
Yeryüzündekiler birer birer sönerken...
 

Alıntı…

Hiç yorum yok: