15 Temmuz 2010 Perşembe

İçim Acıyor

Hayatı, hayatın anlamını, toplumu, ülkemi, doğayı ve çevreyi, geleceğimizi düşünüyorum son günlerde, içim buruk, heyecansız, mutsuz ve umutsuz. İçim acıyor; yıllardır aile fertlerim, dostlarım arkadaşlarım, şirketimde çalışan hissiyatlı eski elemanlarım, iş arkadaşlarım herkes zaten biraz "kaçık", hatta bazılarının açık telaffuz ettiği gibi "kaprisli ihtiyar" gözü ile bakıyorlar bu hissiyatıma. Bugün benim doğum günüm, şapkamı alıp önüme koyduğumda son yıllarda artık daha çok kendimin değil genellikle belki biraz çocuklarımın ve daha çok çevremdeki gençlerin ve tabiî ki toplumun muhasebesini yapıyorum kendimce. Ama her seferinde bu görüşlerimi anlattığım ve kendilerini eleştirdiğim insanların, özellikle gençlerin beni dinlediklerini fakat ne yazık ki hareket etmediklerini, hayatlarını değiştiremediklerini, onların benliğinde hiçbir yeni heyecan doğuramadığımı hissediyor ve üzülüyorum.


Öncelikle eğitim ve öğretimin 1980 öncesi kuşağının algıladığı gibi algılanmadığını görüyorum. Neden? Bize ne oldu da bu anlayış toplumda hâkim oldu? Kim nasıl ve hangi argümanlar ile bu topluma eğitimin çok da öyle anlatıldığı gibi önemli olmadığını, önemli olanın para olduğunu kabul ettirdi. Öncelikle eğitimin ailede alınmaya başlanılması gerektiğini göz ardı ettik, hatta aileyi hiçe saydık, boşanmayı doğal kabul ettik, "aman geçinemiyorlarsa ayrılsınlar ne olur" dedik. Dikkat ettiniz mi boşanmış ailelerin sayısında nasıl da artış var? Televizyonlarda, dizilerde, gazetelerin sosyete sayfalarında, hatta kitaplarda, dergilerde her yerde bilerek ve isteyerek boşanmayı savunduk, hatta aldatmayı hoş gördük, sadakati küçümsedik. Aldatan eşleri "sevgi için yaptı" tezleri ile yücelttik. "Kadın hakları", hürriyet ve demokrasi öğretileri ile aileyi yozlaştırdık!

Ailenin toplumun en küçük birimi olduğunu, burada toplum bireylerinin, ahlâkı, doğruyu-yanlışı, hissiyatı ve maneviyatı, düşünmeyi, anlamayı, algılamayı ve karar vermeyi öğrendiği, bunlar için ilk eğitimini aldığı birim olduğunu unuttuk. Annelerimizi eğitmedik, öğretmenlerimizi hor gördük, onların ihtiyaçlarına gözlerimizi kapadık, feryatlarını duymadık. Bir iş gezisi vasıtası ile doğuda tanıştığım birkaç öğretmenin günümüzün hızla değişen teknolojisinden bunun getirdiği toplumsal farklılaşmadan, değişen toplum ihtiyaçlarından ne kadar habersiz olduğunu sadece birkaç dakikada anlayabilmiştim. Evet, yüz binlerce genç yetiştirdik ve yetiştiriyoruz ancak onlara ne kadar eğitim verebildik? Kendileri için, yarın kuracakları aile için, çevresindekiler için ve toplum için faydalı olabilmeleri, üretken olabilmeleri, anlayışlı olabilmeleri, akıllı olabilmeleri girgin ve çalışkan olabilmeleri ve hissiyatlı, vicdanlı olabilmelerini sağlayabildik mi? Hiç sanmıyorum. Bu bir sarmal, önce öğretmenlerimizi hor gördük, sonra onların yetiştirdiği insanlar daha basit ve sıradan kalabalıklar oluşturdu ve bir sonraki nesil artık daha da kötü yetişiyor. Ne yazık!

Gençlerin çalışmadığını görüyorum, vakitlerinin çok az bir kısmını gerçekten okuyarak, araştırarak, düşünerek, tartışarak veya paylaşarak geçiriyorlar. Halbuki çalışmayan bir toplumdan hiçbir şey bekleyemezsiniz. Çalışkanlık esastır, çalışan insan mutlaka başarır, hiç durmadan, konumunuza bakmadan, çevre şartlarına, kötü imkânlara, yetersizliklere aldırmadan sürekli çalışmalısınız. Her gün ama her gün yepyeni şeyler öğrenip başarmak için tekrar tekrar denemelisiniz. Okumak, öğrenmeye çalışmak ve üretmek sizi, önce kendiniz için, daha sonra aileniz ve toplum için faydalı insan haline sokacaktır.

Hiçbirimiz dürüst değiliz! Tüm tartışmalarda, hukuki problemlerde, yargıya intikal etmiş başımızdan geçen olaylarda, her görüşten, toplumun her katmanından her seviyede insan; hepimiz, sonunda mutlaka "Yargıya inancımız tamdır, mutlaka adalet yerini bulacaktır…" der, kesip atarız. Halbuki gazetelerde geçen bu olaylarda da, toplumun küçük bir kısmını ilgilendiren veya yoksunlaştırma, yoksullaştırma, talan ve hortumlama gibi genelini içeren sorunlarda da ben bugün artık bu inancımı kaybediyorum. İzliyorum ve görüyorum, adalet sistemi çok yavaş ve kesinlikle adil değil. Bu sebeple toplumun kendi hakkını arama ve adaleti kendi imkânları ile sağlama çabalarını acı ile seyrediyorum.

İşim dolayısı ile İstanbul dışına çıktığımda, aile ziyaretlerinde dolayı Anadolu'yu gördükçe, hissettikçe, o insanı ve artık çabalamayan, tutku ile çalışmayan, amaçsız, gayesiz ve heyecansız kalabalıkların ne hissettiğini düşündüğümde, içim burkuluyor. Nasıl bu hale geldik? Her akşam televizyonları başında seyrettikleri gayesiz, amaçsız, ana fikirsiz ve hiçbir milli veya insancıl içeriğe sahip olmayan dizilerde mi kabahat? Bundan 20 yıl önce, belki 1980′den önceki nesil için okullarda okumak, meslek sahibi olmak, aile kurmak, başarılı olmak bir gaye ve asıl amaç iken, nasıl oldu da bu toplum bunların yerine televizyon programlarında dilenen, sürekli kendisine verilmesini arzulayan veya hayal eden, "Bende nasıl olsa olmaz, olamaz bana ne." diyen, hatta bu imkânlara sahip insanlara karşı kızgınlıkla bir anlamda bilenen, tüm TV programları, hikâyeleri, şarkıları ve geyik muhabbetleri ile öğrenilmiş toplumsal çaresizlik içine düştü? 1980′lere kadar sosyal devlet olmayı bir nebze olsun sürdürebilen devlet bir anda köşeyi dönmeye çalışan, vurguncu, üçkâğıtçı, hileci, sahtekâr, hortumcu ve talancıya nasıl göz yumdu ve onları yüceltti. Hangi adalet sistemi, onları hâlâ içimizde tutarak toplumun değerlerinin devamını bekleyebilir? Adaletin ve sosyal adaletin olmadığı bir toplum ne yazık ki yıkılmaya mahkûmdur!

İstanbul'un yaz geceleri artık dillere destan; her magazin programında, gazetede, dergide defalarca afişe edildi. Bundan 4 yıl önce, daha 2001 krizinin etkilerini tüm toplum yaşarken, işim nedeni ile Boğaz'da bir yaz gecesi motor ile gezdim. Boğazı bir baştan bir başa her iki yakası arasında gidip gelerek geçen motor kaptanı, işgüzarlığından gördüğü her gece âlemine kıyıdan yanaşıyordu. Gördüklerimden utandım! İnsanlığımdan utandım. Anadolu'nun hemen hemen her ilinde binlerce aile geçim sıkıntısı içindeyken, belki on binlerce gencimiz maddi sıkıntılardan dolayı okuma zorlukları içinde iken, kışın yakacak sıkıntısı olan binlerce köy okulu varken, okuluna gitmek için karda kışta kilometrelerce yürüyen bu kadar çocuk varken, nasıl olur da bir gecede bir insan bu kadar para harcayabilir, nasıl ve hangi hisler içinde bu kadar vurdumduymaz olabilir? Bunu anlamak mümkün değildir. İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de ve belki birkaç büyük ilimizde daha, her akşam binlerce lira harcayabilen on binlere, nasıl bir toplum, bu kadar sosyal adaletsizce izin verir. Hep liberal ekonomi, hürriyetler ve insan hakları… Ben bu hürriyeti istemiyorum! Tüm bu sosyal adaletsizlikler, acımasız vurdumduymazlıklar ve bunlar içinde yoğrulmuş, öğrenilmiş ve kabul edilmiş çaresizlikler, dilencilikler, heyecansız amaçsız toplum, çalışmayan oturan üretmeyen kalabalıklar, fakirliği, sosyal adaletsizliği kabul etmiş insanlar beni tiksindiriyor, utandırıyor. Eğer bu toplum bu şekilde gidecekse, aydın insanlar, eğitilmiş kişiler ve akil kalabalıklar bilmelidir ki bu vicdansızlığın sonucu insanlarımızın, Irak Savaşı'nda öldürdüğü ve ona göre "düşman" olan insanların kafasına ayağı ile basan "insan" denilemeyecek mahlûklara dönüşmesi kaçınılmazdır.

Sokaktaki insana yardımcı olmayan, garibanı görmeyen, hissetmeyen, acıyı veya acılı insanı sezinlemeyen, fakiri ve fakirliği göz ardı eden, diğer insanlara sadece kendi çıkarları açısından bakan, çevresine dikkat etmeyen, saygısız, gaddar, bencil, zalim, hissiyatsız, maneviyatsız gençler yetiştirdiğimizin farkında bile değiliz. Toplumun vicdanını yok ettiğinizde, belki de Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in yaptıklarından gocunan ve "Keşke Amerika gelse de bize kurtarsa…" diye söylem içinde olan insanları göreceğiz bu memlekette. "Demokrasi ihraç eden" ülkelerin Irak'ta 600.000 insanın ölümüne neden olduğunu vicdansız toplum fertleri hatırlamayacaklar, belki de o gün bizim üstümüze de ağır bir ölü toprağı serilecek yavaş yavaş.

Sıradan insanların birbirine saygı göstermemesi beni üzüyor, sabahleyin apartman girişinde gördüğüm ama tanışmadığım bir komşuma "Günaydın!" dediğimde bana "Beni birine benzettiniz" dermişçesine bön bön bakıp cevap vermediğinde, üzülüyorum. Bu değeri ne zaman kaybettik? Halbuki bizim ananelerimize göre sokakta gördüğümüz birine "merhaba" veya "Selamünaleyküm" demek adettendir. Nasıl bir ruh hali böyle içten gelen basit bir selamlaşmayı cevapsız bırakabilir?

Şirket ofisinin bulunduğu binada çalışan bir gece bekçisi var: Mehmet Efendi. Mehmet Efendi'yi ilk gördüğümde ona da selam verdim, bir sabah erken ofise girerken. Belli belirsiz cevap verdi, ama şurası kesin Mehmet Efendi hani derler ya, çok sevimli suratlı bir vatandaşımız değil. Olsun! Ertesi sabah, daha sonraki ve ondan sonraki tüm sabahlarda tekrar tekrar selam verdim Mehmet Efendi'ye ve bugün artık Mehmet Efendi o suratsızlığını bana göstermiyor. Merdivenlerden çıktığımda artık bana belki de önce o selam veriyor, hatta konuşuyor benimle. Doğal olarak yaşam sevinci dolu gençlerin bu ışıklarını yayabilmelerini dilerim.

İstanbul'un içinde pek araba kullanmam, trafik sorunu, park sorunu ve sabahleyin işe gelmek için yaşadığımız maceralar beni bıktırdığından işim dolayısı ile gideceğim her yere taksi ile giderim gün içinde ve her seferinde mutlaka taksicilerle sohbet ederim. O günkü güncel ve siyasi meselelerden, bir işletmeci (taksi kendinin ise) veya çalışan ise kendi sorunlarından ama her şeyden. Bir gün büyük oğlumla bir taksiye bindiğimde yine bu tür sorularla yaklaşık 40 dakika kadar taksici ile muhabbet ettim ve indiğimde oğlum hemen sordu: "Baba neden bu kadar şeyi sordun? Ve üstelik basit olarak tartıştın adamla ?" Amacımı ona da anlattım, öncelikle sıradan, sokaktaki insanlar ile konuşmak, onları dinlemek sizi halktan koparmaz, toplumu ve fertleri hem psikolojik hem de sosyolojik olarak daha iyi anlarsınız. Bundan öte, ona ufak birkaç iyi söz söylediğinde onun psikolojisini değiştirirsiniz ve bundan sonra aldığı her müşteriye de belki o olumlu elektriği kendi yansıtır. Aynı bizim kapıcı Mehmet Efendi gibi… Sabah artık herkese merhaba diyor. Adam ciddi olarak bunu öğrendi.

İnsanların karşısındakine saygı göstermesinin ön şartı tabiî ki kendine saygı göstermektir. Hiçbir zaman ama hiçbir zaman bu saygıyı zedeleyecek hiçbir faaliyet içinde olmayın, arkadaşlarınızı ona göre seçin. Karşınızdaki insana saygı gösterin, onun düşüncelerine, inançlarına azınlık ise haklarına saygı gösterin. Gençlerin buna biraz daha dikkat etmelerini dilerim. Sizden farklı bir düşünce, değişik bir algılama, değerlendirme ve sonuçlara varma mutlaka olur, olacaktır, doğaldır. Fikrinizi savunun ama sakın karşınızdaki adına düşünmeyin. Onun yaşadıklarını siz yaşamadınız, içindeki koşulları bilmiyorsunuz, aldığı eğitimi, ailesi, arkadaşları, yaşamı ama hiçbir şeyiniz aynı değil. Ona saygı duymalısınız, omu anlamaya çalışmalısınız.

Büyük şehirde yaşan biri olarak, trafikte saygı, yine son yıllarda beni üzen çok önemli bir sorundur. Gençlerin sokak aralarında düşüncesizce aşırı hızla gittiklerinin ve büyük tehlike saçtıklarının farkında olmamaları beni gerçekten çileden çıkarıyor. Ambulansların arkasından yolun açıklığını fırsat bulan uyanıklar, herkes sırasını beklerken güvenlik şeridinden süratle giden ahlâksızlar, birbirine yol vermemek için kavga etmeye çalışan sinirli insanları anlayamıyorum. Yine bir yabancının kitabından okumuştum, Türk insanı bir kapıdan geçerken mutlaka diğerine "buyurun" der ancak otomobile bindiğinde 180 derece değişir ve mutlaka önce kendisi geçmek ister. Bu duyguyu anlayamıyorum, aşırı duygusallığımızı da anlayamıyorum. Hemen hemen her konuda aşırı duygusalız ve bu bizi çoğunlukla analitik düşünmeden alıkoyuyor. Bugüne kadar ezilmişliklerimiz, korkularımız, taraflı beklentilerimiz, anlayışsızlıklarımız, küçük düşürülmüşlüğümüz hep bizi daha heyecanlı ancak bir o kadar da bilinçsiz yapıyor.

Aydın insanların, bu toplumun yetiştirdiği eğitimli insanların toplum menfaatlerini hiçe saymalarını kabullenemiyorum. Rol modelleri olduklarından habersiz, dikkatsizler, örnek olmanın ne olduğunu anlayamıyorlar. TV programlarında, dizilerde, köşe yazılarında ve hatta karikatürlerde bile bu hataları görüyorum. Örneğin geçen gün bir gazetede bir anket okuyorum. Bir soru şu şekilde başlıyor; "Çok eşli bir kadının…" halbuki konu sağlık ve bu yazıyı yazan ve toplumun aydın kesiminden olması gereken gazeteci bunu düşünebilmeli. Bu "araştırmayı" (artık ne kadar araştırma ise!) bu bilinç ile hazırlamalı. Birçok haberin içinde insanların farkında olmadığı -inşallah farkında olmadığı, keza bazen bunu bilerek ve kasıt ile yaptıklarını da düşünüyorum- özendirme unsurları görüyorum. Toplum aşk, sevgi, eş, aile ve cinsellik konuları içinde bazen sanki aşırı özendiriliyor. O kadar çok detay okuyorum ki ne, nedir, nasıl, neden, niçin ve kim derken bazen kasıt arıyorum gençlere ve topluma…

Gazetecilerin, yazarların, televizyon sahiplerinin, program yapımcılarının ve bundan öte deneyim sahibi bütün biz yaşlıların, gençlere ve toplumun eğitimsiz tüm toplum katmanlarına karşı daha bilinçli, daha saygılı olabilmelerini, toplumun ilerlemesi için daha vizyon sahibi olmaya çalışabilmelerini, pozitif ayrımcılık yapabilecek kadar hassas olabilmelerini, düşünceli davranabilmelerini, tecrübelerini yaymayı hedeflemelerini, toplumun doğru düşünce, analitik düşünce, önyargısız anlayış, doğru ölçme değerlendirmeyi öğrenebilmeleri için çalışabilmelerini isterim. Yeni bir yılda bu amaçla çalışabilmeyi ve tüm olumsuzlukların bende oluşturduğu kötümserliği daha az etkilemesini dilerim.

 

Niyazi SARAL, 19 Aralık 2006, Salı

 

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Her Şeyi Olan.... Hiçbir Şeysiz Insanlar!




Ne kadar sorunlu bir toplum haline geldik, mutsuzluğa bahane bulmak mutluluğa bulmaktan daha kolay oldu. Sizce de garip değil mi?

Her Seyi Olan hicbir seysiz insanlar.
Kisilerin beklentisi çok yüksektir, bu da doğaldır çünkü hayata çok değişik pencerelerden bakabilme yeteneğine sahibiz. Peki, bu yeteneğin farkında mıyız? Kendi hayatına başka açılardan bakamayan biri, yaşamın genelini nasıl farklı değerlendirebilir?

İnsan sahip olduklarının biraz kıymetini bilmeli, elindekilerin gerçekten ayrımına varmalı! Afrika’da açlar var diyerek konuya girebilirim ancak çok klişe olacaktır. Bunun yerine, şu anda, tam da bu yazıyı okurken, sizin sahip olduğunuz şeylerin yarısına bile hasret kalan insanlar olduğunun farkına varmanız gerektiğini hatırlatıyorum.

Herkes kendi avucundakilere bakıp, özenilecek hiçbir şeyi olmadığını düşünebilir. İnsan egosu, hep daha fazlasında gözü vardır ama bu hırs ve körlük, bizi ancak mutsuzluğa taşır. Zaten mutlu olmak isteyen kim, değil mi?

Bir hastalık gibi, etrafımızı saran ve vücudumuza yayılan virüsün adı, mutsuzluk! Nasıl seviyoruz bu durumu? Para yok, aşk yok, sosyal çevre yok, her şey yok diye sayılıyor. Peki, ne var? Var olanın listesini yapın desem, çoğundan iki madde zor çıkıyor.

Bir ilişki içine girdiğimizde mutsuzuz çünkü pek çok sorun var. İyi de kardeşim, ilişkin yokken de mutsuzdun, bunu nasıl çözeceğiz? İstediğin ilişki aslında istediğin ilişki değil. O zaman niye devam ettiriyorsun? Biraz daha mutsuz olmak için!

Para yok! Olduğu zamanlarda neler yaptın? Mutsuzluklarını alış veriş yaparak geçirmeye çalışmadın mı? Aç dolabını bak bakalım, kaç çift gereksiz ayakkabın, giymediğin elbisen, sadece ucuz diye alınmış ama kullanılmayan ıvır zıvırın var? Eline geçen üç kuruş parayı harcadın, yetmedi kredi kartlarını ödenemez hale getirdin, bütün bunları mutlu olmak için yaptın, değil mi? Oldun mu?

Yalnızken mutsuzdun, kendine öyle ya da böyle bir sevgili buldun. Şimdi o ilişki içinde daha çok sıkıntı yaşıyorsun. Yalnızdın, bunu gidermek için birkaç arkadaş edindin, şimdi onların saçma sorunları içinde boğuluyorsun.
Sen kendine ne yapıyorsun?

Bazı insanların her şeyi vardır, yeterince, çok değil ama vardır. Bazılarının çok az şeyi vardır, bazılarının ise, çok fazla, yine de herkes bir şekilde mutsuzdur. Elbette yaşam dediğimiz her gün kendini geliştirmek ve ilerlemek üzerine kuruludur ancak sahip olduklarının farkına varmazsan, ilerde sahip oldukların da aynı şimdikiler gibi değersizleşecektir.

Bazı insanların her şeyi vardır ama farkında olamadıkları için, hiçbir şeysizdirler.
... Siz onlardan olmayın!....
Dönüp hayatınıza bakın, neler için şükretmeniz gerektiğini düşünün ve bulun! Kendi boşluğunuzu yaratıp, içinde kaybolmayın.
Zenginlik, elindekilere sahip çıkabilmektir ve buna aşk dahildir.

 

 

 

 

  www.ikyworld.com

İnsan Kaynakları Yönetimi Eğitim ve Araştırma Sitesi

info@ikyworl.com

 

İkyworld.com Forum üyelik sistemi

 

İkyworld Haber Grubu

http://groups.google.com.tr/group/ikyworld

Kuruluş 2008

 

1 Temmuz 2010 Perşembe

Dua /Gandhi

 

Tanrım!
Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek için
ve zayıfların alkışını ve sevgisini kazanmak için
ve yalan söylememek için bana yardım et.
Eğer bana para verirsen mutluluğumu alma
ve eğer bana güçler verirsen muhakeme yeteneğimi çıkarma.
Eğer başarı verirsen alçak gönüllüğü çıkarma.
Eğer bana alçak gönüllüğü verirsen saygınlığımı çıkarma.
Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et.
Benim düşüncelerime katılmıyor diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak,
onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme.
Kendimi sever gibi diğerlerini de sevmeyi
ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi de yargılamayı öğret bana.
Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuma izin verme.
Nede başarısız olursam olayım, umutsuzluğa düşmeme izin verme.
Daha ziyade, başarısızlığı başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.
Hoşgörünün, güçlerin en büyüğü olduğunu
ve intikam arzusunun zayıflığın ilk görünüşü olduğunu öğret bana.
Eğer paradan yoksun bırakırsan, bana umudu bırak.
Ve eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan,
başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü bırak bana .
Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan, inancın lütfunu bana bırak.
Eğer insanlara zarar verirsem, özür dileme gücünü ver bana .
Ve eğer insanlar bana zarar verirse, affetme ve merhamet gücünü ver bana.
Tanrım!

Eğer ben seni unutursam sen beni unutma."