17 Haziran 2010 Perşembe

Regaip kandiliniz mübarek olsun! Kalpleriniz imanla dolsun!

Regaip (Regâib) Kandili nedir? Regaip Kandili veya Regâib Kandili Hicri takvimin Receb ayının ''ilk Cuma'' gecesine denk gelen kandil gecesidir.

Bu gece Regaib Kandili... Peki Müslüman alemi neler yapmalı? Bu geceyi ibadetle ihya etmenin sevabı pek çoktur.

Ali Bardakoğlu mesajında, 17 Haziran Perşembe gününü Cumaya bağlayan gecenin, rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi olarak nitelendirilen üç aylara girildiğini müjdeleyen Regaip Kandili olduğunu belirtti.

Üç aylar olarak nitelendirilen Recep, Şaban ve Ramazan aylarının, kalplerin ve gönüllerin manevi doyum mevsimi olduğunu ifade eden Bardakoğlu, bu aylar ''Müslümanlar olarak Hakk'ın rahmet, bereket ve mağfiretine olan iştiyakımızı zirve noktaya taşıyıp huzur iklimine doğru seyahat ettiğimiz müstesna zaman dilimleridir'' dedi.

Regaip Kandili veya Regâib Kandili Hicri takvimin Receb ayının ''ilk Cuma'' gecesine denk gelen kandil gecesidir.

Muteber İslam kaynaklarında bildirildiğine göre, "İslam dininde, her Cuma gecesi kıymetlidir. bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allah, bu gecede, mümin kullarına, ragibetler, yani ihsanlar, ikramlar yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua red olmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir."

Bir hadisin meali şöyledir:

"Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez:
Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi." (İ.Asakir) Kaynak: Diyanet İşler Başkanlığı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU 'nun REGAİB KANDİLİ MESAJI:

17 Haziran 2010 Perşembe gününü Cumaya bağlayan gece, rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi olarak nitelendirilen üç aylara girdiğimizi müjdeleyen Regaip kandilidir.

Üç aylar ismiyle şöhret bulan, kalplerimizin ve gönüllerimizin manevi doyum mevsimi olan Recep, Şaban ve Ramazan ayları, Müslümanlar olarak Hakk’ın rahmet, bereket ve mağfiretine olan iştiyakımızı zirve noktaya taşıyıp huzur iklimine doğru seyahat ettiğimiz müstesna zaman dilimleridir. Dini hayatımıza canlılık katan bu aylar, aramızda insani değerlerin ve ahlaki erdemlerin artmasına, yardımlaşma ve dayanışma bilincinin çoğalmasına, inananların hayır ve iyilikte birbirleriyle yarışmasına vesile olur.

Bu özel aylar ve bu ayların içinde barındırdığı mübarek gün ve geceler, bizlere, hızla geçen zamanın değerini idrak etmenin, durup düşünmenin, hayatın yoğun koşuşturması ve temposu içinde kendimize dönüp, gönül âlemine nazar kılmanın ve içe doğru bir yolculuk yapmanın imkânlarını sunar. Ayrıca Yüce Allah’a gönülden yalvararak, günahlarla kirlenmeye yüz tutmuş gönüllerimizi tövbeyle arındırma, kendimizi bulma ve bilme, nefsin sonu gelmez arzu ve ihtiraslarına dur deme ve onlardan uzaklaşma imkânını bahşeder.

Vahyin nüzulünün 1400. yılını idrak ettiğimiz bu yılda, üç aylar ve bu aylarda bulunan mübarek geceleri fırsat bilerek, Yüce Rabbimizin çağlar üstü evrensel mesajını anlama, O’nun anlam ve hikmetiyle buluşma ve hayatımıza tatbik etme adına her zaman olduğu gibi gayretli olmak durumundayız. Çünkü manevi ve ahlaki değerlerin yozlaştırıldığı, aile değerlerinin ve toplumun ortak bağlarının yok olmaya yüz tutarcasına zayıflatıldığı, dünyanın sanal ve geçici meşgalelerinin ve sonu gelmez heveslerinin bütün hayatımızı ve geleceğimizi ipotek altına aldığı günümüzde, Yüce Mevla’mızın En’am suresinde “Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Enam, 6/155) buyurduğu üzere Rabbimizin rahmet yüklü mesajı Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlamaya, bunun için de onun değerlerini yaşamaya, yaşatmaya ve bu çerçevede Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in örnek hayatını ve ahlakını da rehber edinmeye ihtiyacımız büyüktür.

Regaib kandili vesilesiyle bir kez daha, başta Yüce Yaratan’la olan bağlarımızı ve hayatımızı yeniden gözden geçirmeli, ahlak ve erdemin, doğruluk ve dürüstlüğün, paylaşma ve dayanışmanın, hak ve hukuka riayetin, barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamanın, yetime, öksüze ve kimsesize kol kanat germenin, fakir ve ihtiyaç sahiplerine vermenin, acı ve kederleri paylaşmanın, düşeni kaldırmanın, kutsal değerlere saygının insani erdemler bağlamında ulaşılabilecek en üstün değerler olduğunu hissederek, söz ve davranışlarımıza bu çerçevede yön verme kararlılığı içinde olmalıyız. Zira bu mübarek gün ve geceler değerlendirebildiğimiz, güzel amel ve davranışlarla içini doldurabildiğimiz, yanlışlarımızın farkına varıp istikamete yöneldiğimiz ölçüde bizim için kazançlı ve bereketli zaman dilimlerine dönüşecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin ve yurt dışında yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızla birlikte bütün İslâm âleminin Regaip Kandilini kutluyor, bu gecenin insanlığın ortak huzurunu tehdit eden terör ve şiddetin, savaş ve düşmanlığın yerini barış ve huzurun almasına vesile olmasını, yapacağımız ibadet, dua ve yakarışların kabul olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU
Diyanet İşleri Başkanı

 

Faik YILDIZ

Personel Müdürü

Side MAre Resort & Spa Hotel  *****

Tahalia Beach Resort Hotel ****

 

Ilıca Beldesi, Ilıca Mahallesi, Cumhuriye Bulvarı No : 149 Manavgat - ANTALYA

 

Telefon : 0 242 756 17 00  Faks : 0 242 756 17 06

 

www.sidemareresort.com ..:..  www.thalia-beach.com

e-mail :  faik@inkay.net         inkay@boztepehotels.com

 

 

 

14 Haziran 2010 Pazartesi

Aile güvencesi kariyere engel!

Online kariyer sitesi Monster’ın araştırması, genç neslin mutlu olacağı işte çalışmak istediğini, işsizliğe karşı ailesini güvence olarak gördüğünü ve iş yerinde vaktinin önemli bir kısmını yeni iş aramaya ayırdığını ortaya koydu.

Onur Uysal

Dünyanın önemli online insan kaynakları sitesi Monster’ın yaşları 18 – 28 arasında olan “Y Kuşağı”nın kariyer tercihlerini ortaya koyan araştırma yaptı. İş hayatının henüz başlarında olan genç kuşağın kariyerine ailelerinin yön verdiğini ortaya koyan araştırma, 10 binin üzerinde genç yetişkinle gerçekleştirildi.

Araştırmada katılımcıların yüzde 64’ü kariyer planlarını şekillendirirken mecbur kalmaları halinde “ebeveyn” desteğiyle yaşamaya sıcak baktığını söylüyor. Böylece aileler, doğru işi bulana kadar sağladıkları “sınırsız güvence” ile çocuklarının iş yaşamındaki tercihlerinde de etkin bir rol üstleniyor. İş hayatına atılmaya hazırlanan ya da kariyerinin ilk dönemlerini yaşayan genç kuşak da ailelerinden gördüğü desteğin verdiği güvenceyle, düşük ücretli ve geleceği olmayan işlere yöneliyor. Ayrıca bu kuşağa mensup her iki gençten birinin henüz herhangi bir kariyer planı olmadığı da çıkan sonuçlar arasında.
Monster ile Michigan State Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü ve 10 binin üzerinde genci kapsayan araştırma özellikle gelecek neslin iş hayatına ve kariyer beklentilerine ilişkin ipuçları taşıyor. Araştırmada ayrıca “Y Kuşağı”nı işyerlerinde çalıştıran Avrupa ve Amerikalı 700 yöneticinin de görüşlerine başvuruldu.

Araştırmanın sonuçlarını değerlendiren insan kaynakları ve danışmanlık şirketi Human Resources Management Kurucu Ortağı Aylin Coşkunoğlu Nazlıaka, iş seçiminde genç kuşağın “işinde mutlu olmayı” birincil hedef olarak gördüğünü ancak kariyerinde atacağı her adımı ailesinin onayıyla gerçekleştirdiğini söylüyor: “Ne iş olsa yaparım anlayışından çok, mutlu olacaklarına inandıkları işleri tercih ediyorlar. Ancak iş bulma sürecinde de en büyük desteği ailelerinden görme beklentisindeler. Özellikle üniversite eğitimini ailesiyle birlikte yaşayarak tamamlamış genç kuşak, her konuda destek için ebeveynlerinin kapısını çalıyor” diyen Nazlıaka’nın ilginç bir de tespiti var. Kariyerindeki her adımı ailesiyle paylaşan genç kuşak, iş bulamadığında da faturayı ebeveynlerine kesiyor: “Ailesinin kurduğu bağlantılarla iş bulmayı hedefleyen ama bulamadıkça da ailesini sorumlu tutan bir nesille karşı karşıyayız.”

Megaloman kuşak!

Monster’ın Avrupa ve Amerika’da gerçekleştirdiği araştırmanın bir diğer ilginç sonucu da genç neslin firmalara karşı duyduğu sadakat ve bağlılığa ilişkin. Araştırmaya katılan genç neslin yüzde 65’i, kariyer basamaklarının henüz başında olmasına rağmen farklı iş fırsatlarını araştırma ve deneme eğiliminde olduğunu belirtiyor açıkça. Ancak bu eğilimin ardında da yine ailelerin etkili olduğu sonucunu çıkarmak yanlış değil. Zira geçmiş yıllarda ebeveyn, akraba ya da arkadaşlarının işten çıkarılma ve acı tecrübelerine tanık olan gençler arasında “Firmalar çalışanlarına bağlı değilse, çalışanlar neden işyerlerine bağlı olsunlar ki” düşüncesi ağır basıyor.

Monster’ın global gençlik araştırması yalnızca iş yaşamına değil, genç kuşağın kişilik özelliklerine dair öngörüler de ortaya koyuyor. İş hayatına ilk defa adım atmaya hazırlanan her iki gençten biri, iş arayan diğer adaylardan daha üstün özelliklere sahip olduğu düşüncesine sahip. Bu da, genç ve kariyer beklentisi yüksek kuşağın iş arama süreçlerinde verecekleri tavizleri engelliyor ve hayallerindeki işi kovalama yönünde cesaretlendiriyor.

Monster Pazarlama Direktörü Seden Gürcü, genç neslin kendilerine en uygun kariyer adımının ne olduğunu bulmak amacıyla sık iş değiştirme eğilimine sahip olduğu görüşünde. Araştırmadan çıkan sonuç da Gürcü’nün bu tespitini destekler nitelikte. “Y Kuşağı”na mensup her iki gençten biri, kariyer – yaşam planlarının hedefsiz olduğunu ya da yeni yeni şekillenmeye başladığı itirafında bulunuyor.

Ekonomik durum önemli

Genç kuşağın kariyer tercihlerinde yaşadığı belirsizlik ve yer değiştirme isteğini belirleyen önemli faktörlerden biri, ailelerin sahip olduğu ekonomik koşullar. Araştırmaya göre düşük gelirli ailelerde yetişen genç kuşak -yüksek gelirli ailelerin çocuklarına kıyasla- sık iş değiştirme fikrine daha soğuk yaklaşıyor. Ancak iş yaşamındaki kuralları baştan aşağı değiştirmesi beklenen “Y kuşağı”nın, iş yaşamındaki kararsızlığını ve farklı alanlarda çalışma isteğini etkileyen yalnızca maddi etkenler değil. Araştırma, gençlerin sık iş değiştirme eğiliminin ardında üniversitede okunan bölümlerin de etkin rol oynadığını ortaya çıkardı. Buna göre eğitim, sağlık ve bilgisayar bilimleri alanında eğitim görenler farklı işleri deneme konusuna daha olumsuz yaklaşırken, iletişim, sosyal bilimler ya da fen-edebiyat alanlarında okuyanların kariyer planları “farklı alanlarda şansını deneme” üzerine kurulu.

Kariyer planlarının yanı sıra “Y kuşağı” farklı iş arama yöntemleriyle de karşımıza çıkıyor. Gazete ilanı, online kariyer siteleri ve kişisel bağlantıların yanı sıra sosyal bloglar da iş aramak için sıkça başvurulan kaynaklardan. Favori iş arama sosyal blog’larının başında ise MySpace.com yer alıyor. Bunu sırasıyla Yahoo, Facebook, LinkedIn ve Blogger gibi İnternet siteleri takip ediyor.

Türkiye’de durum ne?

Tüm dünyada özellikle teknolojinin iş ve sosyal yaşamdaki etkisinin artması Türkiye’de de aynı döneme mensup kuşağın iş ve kariyer hayatlarını biçimlendirmede aynı etkiyi gösteriyor. Ancak Türkiye’ye özgü koşullar da bu değişimde aktif role sahip. Arka arkaya yaşanan ekonomik krizler ve istihdam piyasasındaki dalgalanmaların Türkiye’de “Y” kuşağının şirketlere olan güvenini sarstığı bilgisini veriyor Monster Pazarlama Direktörü Seden Gürcü. İş hayatına dair sıkça değişen planların sosyal yaşamı da etkilediğini de ifade ediyor. Öyle ki araştırmaya Türkiye’den katılan genç kuşağın kariyer ve iş hayatındaki ‘değişken’ tavrı, evlilik planlarının da ötelenmesine neden oluyor. Özellikle 18 – 28 yaş arasındaki her üç katılımcıdan biri evlilik ve aile kurmaya ‘mesafeli’ duruyor.

Bu kuşağa dair bir diğer çıkarım da, iş hayatından beklentilere ilişkin. “Y Kuşağı” öncelikli olarak sevdiği işi yapmanın yanı sıra yapacağı işin ilginç olmasını ve terfi imkanları yaratılmasını bekliyor. Ancak kişilik özelliklerine göre yan haklar ve çalışılan firmadan performansla ilgili sürekli geribildirim isteği, şirketlerden beklentileri de etkiliyor. Örneğin diğer çalışanlara göre daha yüksek performans çıkaran bir “Y Kuşağı” çalışanı, mutlaka bonus ya da seyahatle ödüllendirilmeyi veya organizasyonun tepesinde yer alan yöneticilere yakın olmayı bekliyor.

Seden Gürcü, araştırmaya katılan işverenlerin, “Y kuşağı”na dair düşüncelerini ise şu sözlerle değerlendiriyor: “İşverenler, yöneticiler bu kuşağın işine daha az odaklandığı ve hayatlarının merkezine iş ve kariyer yapmayı koymadıklarından şikayetçi. Bu kuşağa ait gençlerin herhangi bir kariyer planı olmadığını dile getiriyorlar. Ayrıca “Y Kuşağı”nın yetenekli gençlerini şirketlerine çekmekte ve onları elde tutmakta zorlandıklarını da ifade ediyorlar.

İşveren artık işe alım ve yetenek yönetimi yaklaşımlarını, bu yeni nesle göre şekillendirmek ve tekrardan yapılandırmak durumunda. Çünkü bu nesil çoğunlukla çalıştıkları ortamda takdir görmediğini ve iş arkadaşlarına göre çok daha iyisini hak ettiğini düşünüyor. Araştırma gösteriyor ki “Y Kuşağı”nın yüzde 77’si mevcut işlerinde sadece üç yıldır çalışıyor ve bunların yüzde 50’si ise her hafta sekiz saatten fazla vaktini yeni bir iş aramaya ayırıyor.

Kaynak: İş'te İnsan

FARKINDA MIYIZ ?

 

 

 

Biz gerçekten farkında mıyız kendimizin? Değerlerimizin, hoşlandıklarımızın, yeteneklerimizin? Biliyor muyuz bizi biz yapan özellikleri gerçekten? Yoksa daha pek çok şey içimizde fark edilmeyi mi bekliyor?

Bugün bunları düşündüm ve hayır bilmiyoruz dedim. Evet, kişiden kişiye bireysel farkındalık farklılaşabilir ama pek çoğumuzun gerçek değerlerinin ve yeteneklerinin henüz keşfedilmeyi beklemekte olduğunu düşünüyorum. İlerlemiş yaşlarında hobi olsun diye çeşitli aktivitelere katılıp son derece başarılı olan insanların, sonrasında ben de bu yeteneğimi bilmiyordum dedikleri yaşam hikâyeleri duyarız zaman zaman.

Örnekleri çok fazla çevremizde bu tür yaşam hikâyelerinin. Eğitim gördüğü konudan çok farklı işlerde çalışan ve başarılı olan insanlar da çok şüphesiz. Geçenlerde diş hekimi olan bir çocukluk arkadaşımın 1-2 yıl mesleğini yaptıktan sonra Amerika’ ya gittiğini orada son 7 yıldır bir pırlanta işinde çalıştığını, işini çok severek yaptığını ve başarılı olduğunu duydum. Diş hekimliği ve pırlanta işi çok bağlantısız gibi görünüyor değil mi?

Bizim de çevremizin de yeteneklerimizi, farklılıklarımızı birlikte fark ettiği durumlarda sorun pek yok gibi ancak bir tarafın farkında olmadığı durumlarda diğer taraf kışkırtıcı olmalı, fark ettirmeli, motive etmeli. Örneğin yöneticimiz bizdeki bir yeteneği fark ettiğinde bize de fark ettirerek bizi bu yeteneğimizi geliştirme konusunda ön ayak olmalı, bizi teşvik etmeli. Evet, kişisel gelişim sorumluluğu ilk önce kendimizde ancak bazı değerler ancak dürtüldüğünde, kurcalandığında saklandığı yerden çıkıyor, üretebiliyor ve gelişebiliyor.

Peki, birileri bizim fark etmediğimiz yeteneklerimizi, özellikleri fark ediyor mu? Biraz kafa yorunca gerçekten gören gözlerin gördüğünü, açık yüreklerin anladığını söyleyebiliriz. Bizler de zaman zaman çevremizdeki insanların farkına varmadıkları kimi özelliklerini fark ediyor ve onlara da fark ettiriyor muyuz? Evet, belki pek çoğumuz bu konunun uzmanı kişiler değiliz ama gören göz olmaya özen gösterebiliriz. Üzerinde düşünülmeye değer bir konu. Özellikle de sırf farklı olduğu için dışlanan insanları düşündüğümüzde.

Çocukların yeteneklerini, özelliklerini çok erken yaşlarda ebeveynleri ve daha kreşte veya anaokulunda okul öncesi öğretmenleri fark edebiliyor ama üzerine düşülmeyince, geliştirilmeyince bu yeteneklerin de çoğu zaman törpülendiği ve hatta kaybolduğu gözlemleniyor. Bu yönüyle, yeteneklerin uygun zaman ve alan bulduğunda geliştiğini söyleyebiliriz. Maalesef ülkemizde erken dönemde fark edilse bile ebeveynlerde yeterli bilinç oluşmadığından ve maddi kaygılarla ilk önce iş, aş endişesiyle nice yeteneklerin solup gittiğini söylemek yanlış olmaz.

İş yaşamında da yetenekli pek çok çalışanın iyi değerlendirilmediği ve yeteneklerinin erozyona uğradığını düşünürsek kaybolan veya hiç yeşermeyen yeteneklerin bize neler kaybettirdiğini tahmin edebiliriz ve hatta beyin göçünün nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Yeteneklerin ve değerlerin ortaya çıkıp gelişmesinde çevrenin önemi çok büyük.

Uygun bir sosyal çevrede yetişen, yetenekleri fark edilen bireylerin bu yeteneklerini geliştirmek için uygun alanlara da sahip olduğunu düşürsek farklılaşmak, değer kazanmak, üretmek, gelişmek, özgüven arttırmak v.b. pek çok nedenle yeteneklerini daha çok cilalayacağını öngörebiliriz. Ancak uygunsuz sosyal çevre, karşılaşılan direnç v.b.nedenlerle yetenekleri değer görmeyen bireylerin de küstürüldüğü, püskürtüldüğü, aykırı görüldüğü durumlar da yok değil maalesef.

İş yaşamına dönecek olursak çalışanlarına uygun fırsatları sunan, yeteneklerini geliştirmelerine olanak veren, yetenekleri yöneten ve kullanan, çalışanlarına yetenekleri nedeniyle de değer veren organizasyonların daha başarılı olduğu ayrıca bu vizyonun gittikçe daha çok işletme tarafından benimsendiği de söylenebilir.

Yeteneklerin gelişimi için biz farkında olmalıyız, biz farkında değilsek çevremiz farkında olmalı. Fark ettiğimizi karşılıklı fark ettirmeliyiz ki yeşerip gelişebilsin yetenekler. Solup gitmelerine izin verilmemeli, değer yaratır hale getirilmeli. Toplum bilincinin yeteneklerin gelişimi açısından önemli olduğunun bilinciyle, toplumun fark eder hale getirilmesi, bu değerlerin kazandırılması da ayrıca önem kazanmakta. Geleceğin organizasyonlarının da yeteneklere önem veren, yetenekleri avlayan, yöneten, farklılıklardan kazanç sağlayan organizasyonlar olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Herkesin içinde keşfedilmeyi bekleyen yeteneklerin bir an önce fark edilmesi dileğiyle.

Yazar Nlüfer Özemir Soysal   

Pazar, 13 Haziran 2010

www.mcozden.com

 

7 Haziran 2010 Pazartesi

Gülmenin faydaları

Gülmenin faydaları

Gülmek, stresi yok edip bağışıklık sistemini güçlendirerek yüksek tansiyonu düşürüyormuş.
Psikiyatrlar, insanların sağlıklı kalabilmeleri için kendilerini gülmeye zorlamalarını tavsiye ediyorlarmış. Konuya ilişkin olarak dünyanın muhtelif memleketlerinde etkinlikler düzenleniyormuş.
Mesela:
İsveç, ABD, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda’da gülme gün veya haftaları tertip edilmekteymiş.
Ocak 2000’de Kopenhag’da 100 bin kişi toplanıp bir ağızdan gülerek Guiness Rekorlar Kitabı’na girmişler.
15-21 Mayıs tarihleri arasında İngiltere’de Millî Gülme Haftası yapılacakmış.
Hindistan’da 400 civarında gülme kulubü varmış.
Türkiye de 2000’den başlayarak nisanın ilk 7 gününü ‘gülme haftası’ olarak kutlayacakmış.
İncelemeler, gülme ile insan beyninde tabiî morfin yerine geçen endorfinin oluştuğunu ortaya çıkarmış. Endorfin, morfinden 20-30 kat daha kuvvetliymiş, sinir sisteminde sinyaller şeklinde yayılıyormuş.
Buna bağlı olarak beyindeki stres hormonu azalıp insan, rahatlıyormuş.
Kalp atışları önce hızlanıp basınç artıyor, sonra yavaşlayarak kan basıncı düşüyormuş.
Uzmanlar, bu hadiseye “dolaşım sistemine elastikiyet kazandıran tabiî masaj” olarak nitelendiriyorlarmış.
Kişi gülerken gözlerle tükürükte yer alan bağışıklık sisteminin esas unsurlarından olan ‘lizozom’ enziminin salgılanması çoğalmaktaymış.
Bol geçmiş zaman kipi kullandığımız bu ifadeleri haftalık bir dergiden derledik*
Şunun için:
Milletçe gülmeye en fazla muhtaç olduğumuz günlerdeyiz.
Darbeler, zelzeleler, ekonomik darlıklar, geçimsizlikler, iş yeri ihtilafları ve daha bir çok sebep gülme refleksini zayıflattı.
Zaten her nedense gülme, layık olduğu iltifatı bir türlü bulamadı.
Bu da son birkaç asrın sürekli gerileyen günlerinin kötü bir mirasıdır.
Hele tek parti devrinin köylüye köle uygulaması, gülmeyi unutturdu.
Onun için şair Abdurrahim Karakoç, “Hükumet çatıkkaş dedikleri zat” derken doğrudan doğruya bir gerçeği dile getirmekte.
Bu toplum, sıradan bir karakol komiserinin, bir gardiyanın, bir gediklinin hükumet olarak bilindiği ve ondan şiddetle korkulduğu günlerden geliyor.
Yoksa oldum olası gülmeye yabancı olamayız.
Aynı zamanda iyi Müslümanlar olan geçmiş nesiller, dinimizin gülmeye verdiği önemden bihaber değildi.
Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- kendileri mütebessim idiler.
Ümmetinin de mütebessim olmalarını buyurmuşlardır.
Gülmeyi mükafatla muştulamış, asık suratlılığı yermişlerdir...
-Güleryüz göstermek, sadaka vermek gibi sevabdır.
-Mü’min güleryüzlü, münafık çatıkkaşlı olur... gibi...
Bu kültürden, “ne sırıtıyorsun” azarlamasına gelmişiz.
Bir gencin, çocuğun, kadının... karşıdaki adamın, kusurunu tebessümle telafiye çalışma arayışı bu cümle ile mahvedilir.
Ve o ân bir kalp kırılır.
Gülen insanın terslenmesi muhtemeldir ki başka lisanlarda yoktur.
Hatta ağız dalaşlarında daha kabası yaşanır:
-Pişmiş kelle gibi ne sırıtıyorsun?
Ne kadar çirkin bir soru..
Dayağın terbiye şartı sayıldığı bir dünyada bunlar belki de normaldir.
Dayak en yakına bile atıldığında kul hakkı geçer.
Buna rağmen, surat asılır, kaş çatılır, dayak atılır.
Biz...
Biz, bir şeylerimizi kaybettik.
İnsanlık, ölçülü gülme değil mi, insanlık muhatabını adam yerine koyma değil mi, insanlık, özür dileme, affetme, gönül alma değil mi?
Ve...
İnsanlık, kaş çatmama, surat atmama, tokat atmama, sövmeme, sabretme değil mi?
Toplum önderlerinden kaçı gülmekte?
Kaç devlet adamımız mütebessim... bakkalınız, manavınız, otobüs şoförünüz, iş yerinizdeki şefiniz, müdürünüz, çalışan personeliniz... güler yüzlü mü?
Varlık seviştirir, yokluk dövüştürür diye bir ata sözü var.
Her şeyi Viyana kapılarından ters yüz geri dönmemizin ardından yitirmeye yüz tuttuk.
Onun için çatık kaşlı memurlar “hökümet” zannedildi. Ne yapsın belki onlar da mazurdu.
Türküsünde “kahpe felek sana nettim neyledim?” diye isyanın en felaketlisini yaşayan bir kişi gülebilir mi?
Bizim gülmeyi en güzel başaran Başbakanımız Adnan Menderes’ti.
İkinci sırayı, ölüm seneyi devriyesinde olduğumuz Turgut Özal alır.
Her ikisi de hem güldüler, hem güldürdüler.
Herkes gülebilir.
Ama; acıları içine gömüp gülmek sadece Allah vergisidir.
O da Enver Ören gibi istisnâî insanlara mahsus.
Bu dünyanın hiçbir şeyi kızmaya ve ağlamaya değmez.
Mümkün olsa da türbülansa giren bir uçağın düşme ânındaki yolcularına sorulsa:
-Hayatınız tehlikede, kurtulmak için neyinizi verirsiniz?
Neler verilmez ki!..
Üstelik bu geçici bir sarsıntıdır.
Her halükârda gülmeli; zorla bile olsa.
Gülmek ve düşünmek sadece insana mahsustur.

İçten gelen gülmek en iyi ilaç

Araştırmacılar, gülmenin, kalp için en iyi ilaç olabileceğini öne sürdü. Dr. Michael Miller, gülmenin, vücutta kan damarlarını rahatlatan kimyasalları salgıladığına inandıklarını ifade etti. Miller, çalışma arkadaşlarının, gülmenin nitrik asit gibi vücutta damarları rahatlatan bir kimyasalı salgılayıp salgılamadığı üzerinde çalışmaya başladıklarını bildirdi. Yalnızca ‘’hah, hah, haa’’ diye gülmenin yeterli olmadığını söyleyen Miller, ‘’içten gelen gülmektir’’ dedi.

Kalbiniz için bol bol gülün

Uzmanlar vücudun en önemli organlarından biri olan kalbi korumak için gülmeyi, spor yapmayı ve aspirin almayı önerirken sigaradan, kilo almaktan ve stresten kaçınılması gerektiğini belirtiyorlar. Uzmanlara göre gülmek, kişinin kalp atışını ayarlıyor, kişiyi nefes alıp vermeye teşvik ediyor ve bu da daha iyi oksijen almayı sağlıyor. Uzmanlar, ‘‘Günde en az bir kere içten kahkaha atarak gülün’’ diyorlar. Uzmanlara göre öfke ve kızgınlık, kalbin en büyük düşman-larından biri. Haftada bir kere yapılacak sporun kalbi ve bağışıklık sistemini kuvvetlendireceğini belirtiyorlar.

Gülüp geçin

Gülmenin ruh sağlığını korumak için en iyi ilaç olduğunu herkes biliyor. Günlük telaşınız arasında gülmeyi unutmuş olabilirsiniz. Yeniden gülmeye başlamak için de geç kalmadınız. Gülmenin beyindeki stres yapan hormonları baskı altında tuttuğunu, kasları gevşettiğini, kanın dolaşımını hızlandırdığını ve kana daha fazla oksijen gitmesini sağladığını belirtelim.

İnsanlığın ortak dili

TÜBİTAK'ın yayımladığı Bilim ve Teknik Dergisi'nin haziran sayısında çıkan bir yazı, gülme konusunu inceliyor.

Gülmek duygusu, insan kada eski bir duygu. Bir Afrika söylencesine göre Tanrı, dünyayı gülerek yaratmış: ‘‘tanrı güler gülmez yedi ilah doğdu ve dünyayı yönetti; kahakahalarla gülünce ışık belirdi. İkinci gülüşünde su oldu ve gülüşün yedinci gününde ruh oldu...’’

Kim bilir, belki de bu nedenle insanlığın ortak dili gülme. İngiliz, Alman, Türk, hangi ulustan olursa olsun insanlar, ortak bir dille anlaşırlar. Bununla birlikte tek tek incelendiğinde hiçbir gülüşün birbirine tam olarak benzemediği görülür. İnsanların kahkahaları, parmak izleri kadar birbirinden farklıdır. Erkek güldüğünde diyafram saniyede 280, bir kadın güldüğünde 500 kere titreşir. Bize çok komik gelen bir olayda soluğumuz ağzımızdan çıkarken öyle hızlı titreşir ki, bir opera sanatçısı bile o en üst seslere ulaşamaz.

Yüzyılımızda insan duygularına ilişkin binlerce kitap ve makale yayımlanmıştır. Ancak bunların çoğu, korku ve endişeyle ilgilidir. Gülmeye yönelik kuramlar, sürekli olarak değişir; çünkü insanların mizah anlayışları hiç aynı kalmaz, hep değişir. Bu nedenle yeterli bir gülme kuramı yoktur. Burda temel güçlük, çok değişik durumlara güldüğüz için bütün gülme durumlarını kapsayacak tek bir tanıma varmanın zorluğudur.

DUYGU MU, DEĞİL Mİ

Günümüzde kimi araştırmacılar, gülmenin duygu olmadığı, bir davranış biçimi olduğu konusunda ısrar ederken, kimi kuramcılar ise onu bir duygu olarak sınıflandırır.

Gülme sıklıkla fizyolojik rahatsızlıklara da yol açabilir. soluk alma bir an kesilir, kaslarda güç yitimi görülür, hatta şiddetli gülmelerde kişi, idrarını bile kaçırabilir.

Gülme üzerine yeterli ve genel kabul gören bir kuram olmasa da bazı öneri niteliğinde kuramlar ortaya konmuştur.

Üstünlük kuramı, bunların en eski ve yaygın olanı. Bu kurama göre gülme, kişinin diğer insanlar üzerinde üstünlük duygusunun bir ifadesi. Bu kuram, Platon'a kadar geri götürülebilir.

Uyumsuzluk kuramına göre ise gülme, umulmadık, mantıksız ya da şöyle böyle uygunsuz olan bir şeye karşı gösterilen zihinsel tepkidir.

Rahatlama kuramına göre gülme, insanın sinirsel enerjisini boşaltarak rahatlatır. Yani ruh için bir süpap görevi görür...

Bütün kuramların ötesinde gülme eyleminin akla getirdiği ilk şey, komik bir durumdur. Komik olanın tanımını yapmaksa, ortaya bir gülme kuramı atmak kadar zordur. İnsanların komik buldukları olaylar, olgular, durum ve düşünceler, tarihin çeşitli dönemlerinde aynı kültürü paylaşsalar bile farklılıklar gösteriyor.

İşin ilginç yanı insanlar, yalnızken kendi başlarına gelen garip şeylere gülmüyorlar. Gülmenin birleştirici bir etkisi var ve bu ancak iki insan arasında geçiyor. Bu birleştirici etki sayesinde kişi, içinde bulunduğu garip durumdan çıkarak gülümseyip yaşadığını karşısındakiyle paylaşabiliyor. İnsan yabancı biriyle karşılaştığında da paylaştığı ilk davranış gülümseme oluyor. Çünkü gülümseme, bizim ve o kişinin karşılıklı birbirimizi kabul edişinin bir göstergesi...

İnsanlar hangi durumda gülüyor

Mizahi olmayan

Gıdıklama

Bebeklere ‘‘cee’’ yapma

Bebeklerde havaya atılıp tutulma

Sihirbazlık gösterisi izleme

Tehlikeyle karşılaşmanın ardından kendini yeniden güvende hissetme

Bir sorunu çözme

Bir spor etkinliği kazanma

Bir dostla karşılaşma

Utanç duyma

Mizahi olan

Fıkra dinleme

Birisinin bir fıkrayı mahvettiğinin farkına varma

Bir fıkrayı anlamayan birine görme

Birisinin bir başkasının taklidini yaptığını görme

Saçma sapan böbürlenmelere ya da abartılı öykülere tanık olma

Sunturlu hakaretlere kulak misafiri olma

Ne çok saklanmış gülümseme var hayatımızda. Birileri ‘Bonus’ gibi, kıyılara köşelere serpiştirmiş bu pırıltıları. Sahibi yok bu hazinelerin. Onlar gören herkesin. Devamlı dönüyor bu filmler her yanımızda. Karakterler değişik, amaçlar aynı. Görüp, paylaşmak sonuçsuz, hiçbir niyetsiz dahil olmak, bir nefeslik onlarla solumak ve nihayet gülümsemek. Aslında ne kadar önemli.

Kendi çemberimizi yaratırken hayatta. Bazen binbir tortu ile doluşturuyoruz yörüngemizi. Gerçek dünyanın, gerçek değişmez değerleri. İş ve gerisindeki kutu kutu tortu depoları, aşk’ın ne gelirse kabulum kırıntıları, ailenin mecbur-görev yaptırımlı genetik birimleri, insan olmanın gerekli gereksiz binbir çeşit detay çöpleri ile bir güzel yaşamaya çalışıyoruz.

Şöyle bir silkelenmek gerek ara sıra. Çerden çöpten kurtulmak gerek. Hep zorunlu olmalar fazlası ile çember içi kirlilik demek. Düşünce temizleyen bir makine olsaydı da, girse idik hep beraber el ele. Ne güzel olurdu. Kurtulurduk o zaman gülümsememekten.

Büyüklük çeşidi tartışılır bir şehirde yaşıyorsanız benim gibi. İşiniz daha da zor. Bin, milyon kırıntısında şehrin ve dahil olan insanların, düşünün bir kere ne de zordur temiz düşünce ile var olabilmek. Hep bir art niyet, hep bir çıkar bombası vardır başkalarının çemberlerinde ve siz bilerek bilmeyerek o çemberler içinde gülümsemeye çalışırsınız. Olsun, türünden omuz silkip devam ederiz ya da onlar gibi tortu oluruz. Ama gülümsemek dünyaya bir katkıdır, unutmamak gerek. Kendince içine somurtmaktan bahsetmiyorum. O bir duygu durumu. Ben, kendine ve dış çembere çöp olanlardan söz ediyorum.

Hayat ne olursa olsun olağanüstü bir kurgu. Acısı da büyük bir deneyim, fazladan mutluluk, bingo. Geridekiler inceden, kabadan detay. Kalan gönüldeki birkaç anı, yüzdeki bir küçük gülücüktür. Gerisi boş, gerisi aldatıcı yalan.
Çersiz çöpsüz, gülümsemelere...

Herkesin birbirine içtenlikle gülümsediği bir dünyada, işlerin çok daha rahat ve keyifli yürüyeceği de kesin... O zaman,lütfen gülümseyin...

Gerçek ve sahte gülümseme

Gerçekten gülümseyen kişinin yüzünde iki şey görülür. Dudaklar yanaklara doğru genişler ve yanaklar da göz çevresinde hafif kırışıklıklar oluşturacak kadar yukarı çıkar. Şunu da unutmayın. Gerçek gülümseme normalde 4 saniye kadar sürer.

Bir politikacının veya yalancı bir satıcının sahte gülümseyişini çözmek ise gayet basit. Bu gülümseme ya çok erken, ya da geç olur. Ama daha sağlam bir kanıt arıyorsanız, gözlerine bakın. Gözlerindeki ifade değişmeden gülümseyen kişi sahtedir.

Kendisini iyi hisseden kişinin gözbebekleri büyür, kötü hissedenin ise küçülür. Eskiden Çinli tüccarlar, müşterilerinin gözbebeklerine bakarmış. Müşterinin gözbebeklerinin büyümesi, tüccarın satmaya çalıştığı malı beğendiği anlamına gelirmiş. Tüccar da bu durumda daha fazla para istermiş...

Gülümseme...

EVRENSELDİR:

Darwin, gezileri sırasında gülümsemenin dünyanın her yerinde geçerli tek iletişim aracı olduğunu fark etmişti. Bu ifade aynı zamanda, dünyanın her yerinde tanınan tek ifadeydi...

KOLAY GÖRÜLÜR:

Gülümseme, insanın en rahat fark edebildiği ifade. Gülümsemeyi, 45 metre öteden görüyoruz. Bir insanın kızgın, şaşkın veya korkmuş olduğunu anlayabilmek içinse, çok daha yakın olmak gerekiyor.

BASİTTİR:

Gülümsemek için yüzde sadece bir kas kullanıyoruz. Çenekemiğinden dudaklara uzanan tek bir kas yeterli oluyor gülümsememiz için. Üzgün veya kızgın bir ifade için, en az iki adet yüz kası devreye giriyor.

YARARLIDIR:

ABD'deki araştırmalar, gülümsediğimizde kalp ritmimizin yavaşladığını, kan basıncımızın düştüğünü ve vücudun rahatladığını ortaya koydu. Ayrıca bunun için kendimizi mutlu hissetmemiz de gerekmiyor. Üzgün olsanız bile, küçük bir gülümseme, iyileşmeye doğru atılan önemli bir adım olacaktır.

ÇEKİCİDİR:

ABD'li diş hekimleri Melvin ve Elaine Denholtz'a göre, çekici bir gülümsemede, üst dişlerin üçte ikisi ve alt döşlerin üst kısmı görülmeli.

Paran kadar gül

Fransa’da, oriinallik peşindeki (Hani bizde de var ya bunlardan, fenşuyi, ayurveda, ‘hayatta herkese lazım’ kırık şişelerin yahut kor ateşin üzerinde yürüyenler tarikatı filan...) kasabın yağı bol olunca kıçına sürermiş, refahtan nasıl saçmalayacaklarını bilemeyen Fransızlar’ın üste para vererek gittiği seksen altı ‘Gülme kulübü’nden birinin üyeleri bunlar.

Yoook, “sebepsiz yere gülmek” dediysek, bizim tivilerden birindeki o traji-komedi programı gibi değil. Hani bir kadın, yüzünde mezartaşı kadar hoş bir ifade, karşısında sekiz takla atan, içler acısı espriler, taklitler felan yapan zavallı insancıklara gülmemeye çalışıyor...

Bu kadar dandik değil tabii ki Fransız tuzu kuruların parasını dütlemek için taaa Hindistan’dan Paris’e yerleşen ‘Doktor’ Madan Kataria’nın bilimsel “Sebepsiz yere gülme metodu.”

Şöyle: Vücudu gevşetip diyaframı açmak ve hafta içinde yaşanan sıkıntılar yüzünden “sıkışmış” (ne demekse artık, Fransızca’da bu zigo öneki pek hayır işareti değildir, zigouiller öldürmek, ama biraz daha argo manasıyla dıııtlamak, zigoto da abuk sabuk adam demektir) zigomatikleri açmak için kültür fizik yapmak...

Ancak öyle “hareketler” var ki, dışarıdan seyrederken bile gülmemek elde değil. İnsanlar karşılıklı olarak kendilerini uydurukça dillerde tanıtacaklar, kahkahalarını metreyle ölçecekler, hayali bir halteri uflaya puflaya kaldıracaklar... derken, hareketler, önce “hı-hı-hı” sonra “ha-ha-ha” sesleriyle birlikte yapılacak... derken, gülüşmeler, gülmeler, kahkahalar...

Bu arada animatrisin sesi duyuluyor: “Hafifleyin hafifleyin, bakın hayat nasıl hafif gelecek size...”

Peki masrafa değer mi, iki kahkaha bir bonfile eder mi gerçekten?

Beynimizde bir “gülme merkezi” olmadığını biliyor musunuz mesela?

Beynin gülme merkezi yokmuş, ama beyin gülmeyi “hissedecek” sonra “taklit edecek” şekilde programlanmış. Yani bir kere güldük mü, gülmeyi tekrarlayabiliyormuşuz.

Doktorlar “İnsanın evriminin bir garip sonucu” diyorlar gülme için, neye yaradığını bilmiyorlar. Ama mesela, bir tıbbî müdahale sırasında tesadüfen ‘bulunmuş’, sol beyin lobunda bir yere temas edilince, hasta gülmeye benzer titremeler geçirmeye başlamış ve sonradan “rahatladığını ve dünyaya daha pozitif baktığını” söylemiş.

Ama doktorlar, bu tesadüfe rağmen, “gülmek sağlık demektir” tezini abartılı buluyor. Vücudu rahatlatıp, nefesi düzenlediği tamam da, “Gülmek tedavi edicidir, ama tedavi değildir.”(Gülmenin tatsız etkileri de varmış, bunları pas geçiyorum, mesela bir psikiyatr “Bir huzurevindeki yaşlı insanları komiklik yapıp güldürebilirsiniz, gülmek insanı hayata döndürür, insanlar arasında göz temasını sağlar ama... ölüm korkusunu da canlandırır, diyor.)

Bunlar nereden aklamı geldi şimdi?

Öğleden sonra Taksim’den metroya bindim. Levent’e kadar taş çatlasa 10 dakika sürüyor, ihtiyarlara yer vermemek için topluca camdan (karanlık tünellerde bir halt görünmeyen) dışarı bakan ve aralarında artık konuşma safhasını aşmış bir kapalı devre “gülme” döngüsü tutturmuş gençleri seyrederken...

Gülsem, ben tek başımayım, kazık kadar adam, “sebepsiz yere” bir tuhaf olacak. Hani çocuklara bakıp güldüğümü bilirler de deli demezler azından, ama...

Ciddî durup başka taraflara baksam... Ama benim de gülmem geliyor onları duydukça.

Nasıl canım çekti birden aralarına karışmayı!

Çok değil, 40 sene olmuş. Yeşilköy’deki küçük evde, ann’anemi nasıl da kızdırırdık. Koltuğun arkasına saklanır, böyle “sebepsiz yere” güler, artık neye kızmışsa anneannem “Tamam çocuklar, yeter artık!” dedikçe, ağır ağır krizie girerdik.

Sonra okulda... Öğretmen ne kadar kızarsa o kadar kahkaha! (*)

Derken, böyle “sebepsiz yere” gülmeyi unuttuk.

Demek ki, Japonlar’ın iki alışveriş arasında, yahut işten eve dönerken “hava büfelerine” uğrayıp, Yen’i mutabilinde “iki fırt oksijen” çektiği gibi, demek ki bundan sonra gülmek için de para vereceğiz.

(*) 1962’de bugünkü Tanzanya’da (O zaman adı Tanganyika idi) bir garip hadise yaşanmıştı. Bir kız mektebinin öğrencileri resmen gülme krizine tutulmuş, rahibeler bağırıp çağırdıkça kahkahalar sari hastalık gibi yayılmış ve ... inanmayacaksınız ama, okul tatil edilmiş, kızlar evlerine gönderilmiş, kriz çevre köylere de yayılmış da zor engellenmişti.

. Gülmenin faydaları hakkinda aciklamalar Gülmenin faydaları konusunda bilgiler