31 Temmuz 2008 Perşembe

Rivarol - Günün Sözü

Ağır bulutlar gibi, ağır yüreklerde sularını akıtınca rahatlarlar.

Rivarol

 

29 Temmuz 2008 Salı

Arılar Ölür ise

... Dünyada en çok Amerika'da arı ölümü görülüyor... Peki ama neden?

Bir bilen Türk'ün yanıtıdır: ARILARI ZORLADIKLARI İÇİN

Yrd. Doç. Dr. Adnan Ünalan, dünyada arı nüfusunda görülen azalmanın küresel ısınmanın etkilerinden ziyade özellikle Amerika'da yetiştirme teknikleriyle ilgili olduğunu iddia etti.

Özellikle kuzey yarımkürede son yıllarda arı nüfusunun yarı yarıya azalması, Einstein'in "Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece 4 yıl ömrü kalmış demektir" şeklindeki bilimsel kehanetini yeniden gündeme taşımıştı. Arı nüfusundaki azalmanın nedeni kesin bir sebebe bağlanamamakla birlikte yaygın kanı; arıların küresel ısınma, ekolojik dengenin bozulması, tarım ilaçları, baz istasyonları ve yeni hastalıklardan olumsuz etkilendiği yönünde. Ancak Niğde Üniversitesi Arıcılık Bölümü Öğretim Üyesi Adnan Ünalan, arılar nüfusunun azalmasında en önemli etmenin "arıların üretime fazla zorlanması" olduğunu söyledi. "Arı nüfusunda azalma olduğu kesin ama bu daha çok yetiştirme teknikleriyle alakalı. Yani global ısınmaya bağlandığı gibi değil" diyen Yrd. Doç Dr. Ünalan, "Arı nüfusundaki azalma, kuzey yarımkürede, Amerika'da arıların üretime çok fazla zorlanmasıyla ilgili. Bal arılarının zaten kısa bir yaşam döngüsü var. Bunu da yetiştiricilik, ürün alma adına hor kullandığınız zaman ölümler gerçekleşiyor. Aslında bu, doğal ölüm nedeni" dedi.

Amerika'daki arı ölümlerinin temel nedenlerinden birinin taşımacılık sistemiyle arıların çok uzun mesafelere götürülmeleri olduğunu belirten Ünalan, bunun da arılarda "strese" neden olduğunu söyledi. Doğal dengenin bozulmasının da arı ölümleri üzerindeki etkisine işaret eden Ünalan, ancak temel nedenin bu olmadığını kaydetti. Türkiye'de şu an için arı popülasyonunun azalması yönünde bir sorun olmadığının da altını çizen Ünalan, bunda Türkiye'de arıcılığın "ilkel şartlarda" yapılmasının etkili olduğunu belirtti. Ünalan, "Arılar üretime zorlanmadığı için büyük bir popülasyon kaybı da yaşanmadı. Şu an için Türkiye'de 4 milyonun üzerinde kovan var. Potansiyel olarak Türkiye'nin florası, coğrafyası, ekolojisi arıcılık için çok uygun ama üretim ve kalite artabilir" diye konuştu.

"DOĞA DENGESİNİ KORUR"

Einstein'ın arılarla ilgili kehanetinin hatırlatılması üzerine Yrd. Doç Dr. Adnan Ünalan, "Arıların temel görevi polinasyon. Arıların azalması demek döllenmenin azalması anlamına geliyor. Bu da sistemleri kısa sürede bozabilir, bazı bitki türlerinin kaybolmasına neden olabilir. Ancak yine de Einstein'in söylediği gibi bunun bu kadar kısa sürede olması mümkün değil çünkü doğa dengesini bir şekilde kuruyor. Sistemden bir parçanın çıkması sistemi tümüyle bozmayabilir. Doğa içinde başka bir onarım mekanizması olabilir" dedi.

Balparmak Bal Analiz Laboratuarı Müdürü Aslı Sunay ise, arı kayıplarının birden bire ortaya çıkmadığını, küresel ısınma, kuraklık, yeni ortaya çıkan arı hastalıkları gibi birçok etmenin sonucu olduğunu ifade etti. Türkiye'de arıcılığın bu yıl karanlık bir tablo çizmediğini söyleyen Sunay, "Türkiye'de geçen yıl arı ölümleri bu yıla göre daha vahim durumdaydı. Geçtiğimiz yıl arı ölümlerinin de etkisiyle bal üretiminde ciddi bir düşüş yaşandı. Ama bu yıl hem arı ölümleri hem de bal üretimi anlamında durum daha iyi. Ancak yinede arı kayıpları bazı bölgelerde görülüyor" dedi.

Türkiye'de geçtiğimiz yıl yaşanan kayıplarda da kuraklık, yanlış ana arı seçimi ve arı hastalıkları gibi nedenlere bağlı olduğunu ifade eden Sunay, "Bölgelere uyumlu olmayan genetik yapıdaki ana arıların, kullanılmasıyla popülasyonların genetik yapısı bozuldu ve popülasyon hastalıklara dirençsiz hale geldi. Bunun neticesinde de ölümler yaşandı" açıklamasında bulundu.

Türkiye'de arı nüfusunun diğer bölgelere göre daha az azalmasının kesinlikle Türkiye'nin lehine çevrilemeyeceğinin altını çizen Aslı Sunay, "Neticede azalma diğer tarım ürünlerinin üretiminin azalması anlamına gelir ancak tüketim azalmadığı için bunu hiçbir zaman avantaja çeviremezsiniz. Ne zaman ki arı nüfusunu eskiden olduğu seviyenin üzerine çıkarırısınız, bunu ihracat potansiyeliyle avantaja çevirebilirsiniz. Ancak azalma sürerken bu mümkün değil. Azalmanın durması ve artışın gerçekleşmesi lazım" dedi.

Türkiye'de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın arıcılık ve arı ürünlerinin üretimi konusunda ciddi bir politika ortaya koyması gerektiğini kaydeden Sunay, "Bu yöndeki çalışmalar iyi organize olabilmiş ve düzenli değil. Bakanlığın direkt koordine ettiği, Türkiye geneline yayılmış bir çalışma yok. Birlikler, tarım il ve ilçe müdürlükleri bazında lokal çalışmalar görüyoruz. Tarım Bakanlığı, maddi anlamda destek veriyor ama bu desteği sadece vermek yeterli değil. Maddi desteğin yanı sıra bilgilendirme ve desteğin takibi de şart" şeklinde konuştu.

 

DUY BENİ

Kaç kez kapısından kovuldum yüreğinin, kaç kez umutsuzca düşüp yollarına, darmadağın geri döndüm kendi çıkmazlarıma. Gücenmiş sevdamı onarmak için kaç kez affettim seni, kendime rağmen... Bir söz olsun etmedin, yeniden inanmam için. Bir kez olsun sahiplenmedin bu öksüz yüreğimi. Oysa sıcacık bir gülüşün söndürmeye yeterdi yangınlarımı, bir tatlı sözün uçururdu kanadı kırılmış yüreğimi en yükseklere. Bir tek adımın yok ederdi aramızdaki bu dağları... Sen yeterdin kimsesizliğime yar! Ölümlerin kıyısından dönüp yalnızlığıma sarıldığım o sahipsiz gecelerimde ellerinin sıcaklığını duyabilseydim, bahar olurdu yüreğim ansızın... En soluksuz anımda varlığın ikna ederdi beni, yaşamın güzelliğine. Yıkıldığım anlarda dostluğun avuturdu yar! Sen yüreğimdeki sancılara çarem olurdun benim. İsteseydin son verirdin şu yalnızlığıma. Kaç kez çaldım kapını, parça parça ettiğin onuruma rağmen. Bir tek adım atarsında alırsın gönlümü diye... Defalarca yemin edip, yeniden geldim kapına. Sonra yeniden kovuldum, yeniden kendi karanlığımda ağladım bu kadar düştüğüme. Kızgınlığım bile sana değildi oysa. Bir tek kendime kalkıyordu asi başım. Öfkem bir zehir gibi sarıyordu tüm bedenimi. Bu fırtınalı günlerimde senin sakinliğini özledim hep. Ve şimdi hiç bitmeyecek bir savruluşun pençesinde yüreğim. Kimbilir kaç asırdır sensizim. Kimbilir kaç kez kapısından kovuldum yüreğinin. Geceler boyu hasretin, geceler boyu boşluğun dört bir yanımda. Duy beni ne olursun, bu yokluktan usandım!...

24 Temmuz 2008
TUĞBA TOKAT

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Yeni Grup Tanıtımı

Ana sayfa

Bankalara Soyulmayın Grubu

 En son etkinlikler: 1 dosya, 3 ileti, 2 üye

 

 

 

Merhabalar,

 

Son yıllarda banka mağdurları, banka zedeler, kart mağdurları gibi tanımları çok duyar olduk. Bu grubun oluşturulmasındaki amaç, bu mağdurların bir araya gelerek yasalar çerçevesinde bankalara karşı bir hak arayışı mücadelesi yapmak, bankalarca bilinçsiz insanlarımızın hesaplarının istismar edilmesini önlemek, kredi kartı kullanıcıları ve diğer banka kartı kullanıcılarının, zor durumda kalıp kredi kullanan insanlarımızın yersiz yere banka masrafı, sigorta masrafı, dosya masrafı adlar altında istismar edilmelerini önlemek, insanlarımızı bilinçlendirmektir.

Bizler vatandaş olarak bankaların kuruluş amaçlarının; halkın yastık altındaki paralarını, birikimlerini saklamaları için onlar adına hesaplar açmak, güvence altına almak ve bu süreçe paraları kullanılmadıkları sürece değerlendirerek ekonomiye kazandırmak, bu paraları çeşitli alanlarda değerlendirerek kazanç sağlayarak bankaya ve müşterilerine kazanç sağlamak şeklinde biliyoruz.

Lütfen; yıllık kredi kartı  ücreti alan bankaların kredi kartlarını kullanmayınız, yıllık ve aylık hesap işletim ücreti adı altında hesaplarınızdan para çekilmesine engel olunuz, olamıyorsanız hesabınızı kapatınız, kredi çekerken kredi haricinde ödeyeceğiniz masrafları, sigorta giderlerini öğrenmeden ve diğer bankalar ile karşılaştırmadan kredi çekmeyiniz, unutmayınız ki bankalar sizin için hesap açıyor ise siz bankaya ortak olmuyorsunuz, bankalar mevduatlarınızı değerlendirme karşılığında paralarınızı güvence altına alıyor.

 

 

Gruba üye olmak için boş bir mail atın : bankazedeler-subscribe@googlegroups.com
Yazılarınızı bu adrese gönderin            : bankazedeler@googlegroups.com
Üyeliğinizi sonlandırın, mail atın           : bankazedeler-unsubscribe@googlegroups.com

25 Temmuz 2008 Cuma

Günün Sözü - Emerson

Bir tutsağın boynuna geçirdiğiniz zincirin öteki ucu, kendi boynunuza takılıverir.

Emerson

 

KIZILLAR

Alev alev saçların büyüsü

Çok az görülen kızıl saçlar, alev alev büyüsüyle, tarih boyunca insanların hayal gücünü hep harekete geçirdi. Bugün, bilimsel araştırmalar sayesinde, saçlara bu rengi verenin faomelanin pigmenti olduğunu biliyoruz. Nedeninin açıklanamadığı eski çağlarda ise, kızıl saçın insanlara iyi ya da kötü, çok sayıda özel nitelikler kazandırdığına inanılıyordu.

Adem'in ilk eşi Lilit kızıl saçlı idi

Adem, ilk eşi Lilit konusun­da çok şanssızdı. Asi ruhlu olan eşi, Kızıldeniz'i geçti, orada iblislerle birlikte oldu ve kötü ruhlardan, Lilin adında kötü bir çocuk dünyaya getirdi. Ya­hudi kaynaklarına göre Lilit'in kızıl saçları vardı. İncil'in katil olarak ni­telendirdiği Dalila, Judith ve Salome, vahşi Herodes ya da hain Yudas İşariot... Hepsi efsanevi bir şekilde kızıl saçlıydı. Yine, yalancı Germen tanrısı Loki, zalim Donar, Seylan ve kötü ruhların hepsinin saçları kızıldı. İnsanların "başlarındaki ateş", bin­lerce yıl boyunca efsaneler, dinler ve kültürler tarafından kötülüğün ve ikiyüzlülüğün simgesi olarak görül­dü. Başka hiçbir saç rengi, insanla­rın o kişi hakkındaki ön yargısını bu kadar etkilemiyordu.

Kızıl saçlı erkekler genellikle yö­netme hırsına sahip, kızgın, sinirli, şiddet meraklısı, güvenilmez, vahşi, davranışları önceden bilinemez ve kurnaz insanlardı. Bu özellikler kızılsaçlı kadınlar için de geçerliydi, hat­ta daha da abartılıydı: Bencil, şıma­rık, ası, kaprisli, inatçı ve benmerkezciydiler. Kızıl saç erkekte çekici bulunmazken, kadında çekicilik un­suruydu: Böyle kadınlar duygusal, ateşli ve bir bakışta erkeklerin akılla­rını başlarından alabilecek kadar teh­likeli birer sevgiliydiler.

 Kızıl saçlıların nüfus oranı

Kızıl, tüm kıtalarda hem en dikkat çekici hem de en az rastlanan saç rengiydi. Asya ve Afrika'da, toplam nüfus içindeki oranı %1'in altında kalıyor. Almanya'da nüfusun yakla­şık %2'si doğal kızıl, ABD'de ve İngiltere'de ise bu oran %4'lerde... %11-14 gibi yüksek bir oran da İskoçya'da yaşıyor.

 Yunanlılar ve Romalılar, kızılın tonlarını birbirinden ayrı tutuyorlar­dı

Her iki halk da küflü kızıl tonları­nı iğrenç buluyordu. Yunan anfıtiyatrolarında oyuncular çılgın tipleri koyu kızıl, Roma sahnelerindeki oyuncular da köle rolünü, tilki kızılı rengindeki peruklarla canlandırıyor­lardı. Saçlarda beğenilmeyen kızıl tonları için, Latince'de "rufus" kelimesi kullanılıyordu.

En çok beğenilen tonları ise kızıl saç ya da altın kızılıydı. Bu tonlar da Latince'de "rutilus" olarak geçiyordu. Romalı zengin kadınlar, Germen kadınlarının altın kızılı parlayan saç­larını oldukça egzotik buluyor ve çok beğeniyorlardı.  Taklit edebilmek için, saçlarını sodalı sabunla yıkaya­rak rengini açmaya çalışıyorlardı.

Bunun üzerine de ya altın tozu serpi­yorlar ya da saçlarını erguvani renkte iplerle örüyorlardı. Bu yüzden, Germenler'in saç örgüleri ve perukları çok değerliydi.

 Romalı erkekler, altınımsı Germen kızılını özgürlüğün ve gücün simgesi olarak görüyorlardı

Onlar da Alpler'in kuzeyindeki ülkelerde yaşayan insanlar gibi görünmek istiyorlar; hatta, bu amaçla basit hilelere başvu­ruyorlardı: Tarihçi Suetoo'a göre ge­neral Caligula, seferlerinde tutsak al­dığı kızıl saçlı Galliler'i Germen ola­rak tanıtıyordu.

 Germenler ise kızıl rengi, savaş ar­zularının simgesi seçmişlerdi

Gere­ken saldırganlığa ulaşabilmek için kı­zıl rengin dozajını iyice abartıyorlar­dı. Korkunç yeleleriyle düşmanları etkileyebilmek için, saçlarını savaş öncesinde sülüğen, toprak sarısı ve civa sülfıdi ya da kayın külünden yapılan merhemlerle boyuyorlardı.

  Ortaçağ'da kızıl rengin kötülükleri çağırdığına inanılıyor ve kızıl kafalılardan kesinlikle özel arkadaş edinilmemesini öğütleniyordu. Çünkü, kızıl saç Tanrı'nın verdiği bir cezaydı ve Tanrı'yı yadsımak gibi bir günah iş­lendiğinde, bunun cezası ailelerin son­raki nesillerine bile aktarılabiliyordu.

 Şeytan ve Çingenelerin, ailelere kızıl saçlı bir çocuk konusunda bed­dua etmelerinden de çok korkuyor­lardı.

Buna engel olmak için sadece Ay'ın büyümeye başladığı günlerde çocuk yapmak gerekiyordu. Hamile kadınlar Meryem Ana'ya bir mum adayıp sonra da kesinlikle ateşe bak­mamaya dikkat etmeliydi. Yanan bir ev ya da ocağa bakarlarsa lanetten kurtulmaları mümkün olmuyordu.

Minik kızıl kafalılara, istenmeyen bu renkten kurtulabilmeleri için eziyet verici işlemler uygulanıyordu. Başları, kesilmiş süt ile veya kaynamış nane yapraklarıyla yıkanıyor ya da saçları kurşun taraklarla taranıyordu. Bazı çevrelerde saçın uzayan ilk bölümü kesiliyor ve saçın rengi koyulaşsın di­ye çayırların altına gömülüyordu.

 Bu kızıl çocuk kimden? Acaba…..

Johann Gregor Mendel'in 19. yüzyılın ikinci yanlarında, bitki to­humları üzerinde yaptığı deneylerle keşfettiği genetik bilimin karmaşık çarprazlama yasaları o zamanlar he­nüz bilinmiyordu. Bu nedenle, sarı­şın bir kadınla esmer bir erkeğin kı­zıl bir çocuğa sahip olması kuşkuyla karşılanıyordu. Akrabaları ya da komşuları, anneyi hemen çekiştir­meye başlıyorlardı. Anne, zina yap­mış ya da büyük bir günah işlemiş olmalıydı ve bu yüzden Tanrı'nın lanetini taşıyordu.

 Kızıllar ve genetik

Mendel Yasalan'na göre, kalıtsal özellikler başat ve çekinik olarak farklılık gösteriyordu. Saç renkle­rinde sarı ve kızıl çekinik özelliğe sahipti. Ama bu arada genetik bi­limciler, kalıtsal özelliklerin sadece başatlık ya da çekinildiğe bağlı ol­madığını, iklimin, çevresel koşulla­rın ve henüz tanımlanmamış daha birçok genetik faktörün daha rol oy­nadığını buldular. Genetik bilgi, ba­zı insanlarda gizli de kalsa sonraki nesillere aktarılmaya devam ediyordu. Ancak ne zaman, nerede ve kimde tekrar ortaya çıkacağı önceden tahmin edilemiyordu.

İnsan genetiğini inceleyen bilim adamları, geçmişi araştırıp tarihi yanılgıları ortaya çıkarabilecek bir aşamaya geldiler. Örneğin Keltler, yaygın bir inanışa göre, kızıl saçlı bir halktı. Ancak son elde edilen bilimsel bilgilere göre, kesin olan tek bir şey vardı; Keltler açık renk pigmentlere sahiptiler.

 Şaçlardaki kızıl rengin bir rahatsızlık olduğu tamamen uydurma

Açık sarıdan siyah ve kızıla kadar, tüm saç renkleri melanin ve faomelanin adındaki renk pigmentleri tarafından belirleniyor. Ömela-nin olarak da bilinen melanin, koyu kahverengi bir pigment. Faomelanin grubu pigmentler kızıl renk maddesinden oluşuyor. Açık sarı saçlar, Ömelanin pigmentini hiç içermiyor, çok az faomelanin içeriyor. Açık sarı ile parlak tuğla kızılı arasındaki tüm tonlar, faomelanin pigmentinin artan miktarına göre ortaya çıkıyor. Kahverengi ile kızıl kahverengiye kadar olan tonlar, faomelaninin yanında ömelaninin de bulunmasıyla meydana geliyor. Faomelaninin demir içerdiği ve kızıl saçların demirden zengin olduğu tezi de yanlış.

Melanin pigmenti cilde de rengini veriyor. Cildin rengini epiderma tabakasında melanositler üretiyor. Bu hücreler, kahverengi rengini, güneşin yardımıyla gerçekleştirilen bir sentez sonucu ortaya çıkıyorlar. Güçlü güneş ışınları, sentezi artırıyor ve cildin bronzlaşmasını sağlıyor. Işık zayıfladıkça sentez azalıyor ve cilt soluklaşıyor. Soluk renkli kızıl saçlılar, öteki insanlar kadar melanosit hücresine sahip. Ama bu insanlarda melanin üretiminin o kadar etkin olmadığı sanılıyor. Bu nedenle, derilerinin keratin tabakası da daha ince ve ışığa daha duyarlı, yabancı nesneler daha çabuk ciltten içeriye girebiliyor, alerjiye yatkınlık daha belirgin. Bunun nedeni ise, henüz bulunamadı.

Beş yıl önce Nevvcastle Üniversitesi'nde görevli İngiliz uzmanlar, kızıl saçtan sorumlu kalıtım maddesini araştırırlarken, insanların 16. ve 23. kromozomlarında, tenin açık ya da koyu olmasını sağlayan geni keşfettiler. MC1R olarak adlandırılan bu gen, melanin pigmenti üretiminin düzenlenmesinde rol oynuyor; melanosit hücreleri ile bunları uyaran hormonlar arasındaki iletişimi sağlayan reseptörleri taşıyor. İngilizler, kızıl saçlılar üzerinde yaptıkları araştırmada bazı genetik değişimler de saptadılar. Bilim adamları, kızıl saçların ortaya çıkmasında, MC1R geninin dışında, henüz bilinmeyen başka genetik faktörlerin de etkili olduğunu vurguluyorlar. Ancak çiller konusunda çelişkili açıklamalar yapıyorlar. Bunları, ben ya da iyi huylu tümörlere ya da güneş ışığının yol açtığı kalıtsal değişikliklere işaret eden lekeler olarak değerlendiriyorlar. Çillerin başat kalıtsal özelliğe sahip olduğu ise kesin.

 Kötülük simgesinden modaya geçiş

İnsanlar, bazı belirli başlıklardan yola çıkıp ellerine bir fırça alıyorlar ve tahminlerden, vahiylerden ve önyargılardan yola çıkarak fantezilerini konuşturuyorlar. Ortaçağ'daki ressamlar, az görülen ve çözülemeyen kızılları, genellikle kötüyü tasvir etmek için kullanmışlardı. Rönesans döneminde bilim ve bilgi için çabalayan "Aydınlanma Çağı" insanı, kızıl insanların pozitif yönlerini gün ışığına çıkardılar. Bu akıma sanat da katıldı. Sandro Botticelli, Meryem Ana ve efsanevi güzelleri zarif, açık tenli, kızıl-sarı saçlı ve sanatsal bir şekilde tasvir etmişti. Kızıl-sarı renk, "Urbino'lu Venüs", " Tüylü Şapkalı Kız" ve" Kürklü Kız"a cezbeden bir güzellik kazandırıyordu. Kızıl-sarı, zengin tabaka arasında gerçek bir modaya dönüştü. Soylu İtalyan kadınları saçlarını kızıl yapmak için kına tozu yerine özel hazırlanmış boyalar kullandılar.

 İngiltere kızıl hükümdarlar diyarı

Aynı dönemlerde İngiliz sarayının tahtında doğal kızıl saçlı hükümdarlar oturayorlardı. Altı eşinden ikisini öldürten ve İngiltere'yi Katolik Kilisesi'nden ayıran VIII. Henry bunlardan biriydi. Bu kaba kral, korkunç kızıllara örnek gösteriliyordu. Kızı I. Elisabeth de, babasından daha iyi biri üne sahip değildi. Kraliçe, soğukkanlı bir şekilde, rakibesi Marie Stuart'ın kellesini istemişti.

Hırslı ve yetenekli bir yönetici olan l. Elisabeth, 1558-1603 yıllan arasındaki uzun yönetim döneminde, İngiltere'yi Avrupa'nın en büyük gücü haline getirdi ve kültürel gelişmeler sağladı. Doğal olarak o da genç bir kadındı, zaman içinde evlendi ve hemcinsleri için moda ve güzellik ideali oldu.

Elisabeth, parlak beyaz ten renginden dolayı "Fildişi Dünyası'nın Kraliçesi" olarak da anılıyordu. Diğer tüm kızıllar gibi ne yazık ki onun da bir sorunu vardı: çilleri... Toplum önüne çıkarken cildine, koyu tenli Romalı kadınların kullandığı, kireç ve çeşitli bitkilerin özlerinden oluşan soluk beyaz renkli bir macun sürüyordu. Ancak, bu zehirli macun cildini parçalıyordu. Kraliçe bu görüntüyü kapatabilmek için macunu daha kaim sürmek zorunda kalıyordu.

 Soluk ten, zenginliğin ve asaletin simgesi kabul edildi

19.yüzyıla kadar soluk ten, zenginliğin ve asaletin simgesi kabul edildi. Sadece çiftçiler ve açık havada çalışan köleler bronzlaşıyor ve çillerle kaplanıyorlardı. Barok ve rokoko döneminde, kızıl saçlı kadınlar güzellik tahtından tekrar indirildiler. Kızıllar, hem saçları hem de tenleriyle ayıplanmamak için daha çok makyaj yapmak zorunda kaldılar.

19. yüzyılın kadınları. Tanrı'nın verdiği bu özelliklere daha az tehlikeli yöntemlerle müdahale ediyorlardı. Güneşin çil oluşturan ışıklarından korunabilmek için şapka ve şemsiye kullandılar. Günümüzde de deri hastalıkları uzmanları, oluşan ozon deliği nedeniyle tüm açık tenlilere güneşten korunmayı öneriyorlar.

 Şeytan'ın rengi, aynı zamanda cadıların, onun hizmetçileri ve arkadaşlarının da rengiydi

Gerçekte, kızıl renk tüm insanları tedirgin ediyor. Rönesans dönemindeki kızıl saç akımı, eğitimli üst tabaka ve estetikçiler tarafından özel bir gariplik olarak görüldü. Sıradan halk böyle düşünmüyordu. Şeytan'ın rengi, aynı zamanda cadıların, onun hizmetçileri ve arkadaşlarının da rengiydi. Gözlerini çevreleyen kızıl teni ve saçıyla bir hilkat garibesi ya da kırmızı eteği, çorabı ve mendiliyle büyücü olarak görüyorlardı.

Rönesans döneminin başlangıcından 18. yüzyıla kadar, tüm kadınlar cadı olarak damgalanma tehlikesi yaşadılar. Katolik engizisyoncuları, Protestan kilise adamlarıyla birlikte kadınlara karşı büyük bir savaş başlattılar. Bu dönemde Avrupa'da yaklaşık 100.000 kadın Şeytan'ın işbirlikçisi ya da büyücü diye nitelenerek işkence gördü, yakıldı, asıldı ve boğuldu. İyi kadınlar Cennet'te olanlardı, yeryüzündeki kadınlar kesinlikle çok kötüydü. Bu şizofren mantıkla kilise ve normal mahkemeler yaşlı, genç, güzel, çirkin tüm kadınları, yardımcıları olarak gördükleri erkekleri ve hatta çocukları yaktılar. Bu ortamda kızıl saçlar büyücülüğün kesin bir simgesi sayılıyor; ama tek işareti sayılmıyordu.

 20. yüzyılın kadınları çarkı tersine çevirmeyi başardılar

Cadıların imajı değişti. Kadınların bakış açısıyla, büyücüler son derece ilginç varlıklardı. Kızıl saç, eşitliği ve özgürlüğü arayan kadınların simgesi oldu. Kadın; savaşçı, bilinçli, dinamik, başarılı, güçlü ve aynı zamanda erotik olma­lıydı. Yeni örnekleri sinema ve mü­zik dünyasında da ortaya çıktı. Vamp görünümüyle Rita Hayworth, narin yapısıyla Katherine Hepburn karak­teristik Shirley MacLaine, duygulu İsabella Huppert...

 Ya erkekler?

Günümüzde hiçbir yerde saçını ve sakalını kızıla boya­yan erkek kalmadı. Kızıl kafalılar ara­sında başarının simgesi olanların sayı­sı oldukça az: Boris Becker gibi başa­rılı sporcular, Bernhard Paul gibi pal­yaçolar, sinema ustası Woody Ailen ya da komedi ustası Piet Klocke...

Psikologlar, kızıl saçlı erkeklerin kendilerini çekici bulmadıkların söy­lüyorlar. Bu eksikliklerini gizleyebil­mek için saldırganca davrandıklarını ve çirkin, komik olmaktan da çekin­mediklerini belirtiyorlar.

 Kızıllar, yok mu olacak? Çoğalacaklar mı?

Yazar Irmela Hannover kitabının sonunda, kızıl saçlıların çekinik ka­lıtsal özellikleri nedeniyle bir gün yok olup gidebileceğini belirtiyor. Ama bilim adamları, bu savı saçma buluyor ve durumun mutlaka den­geleneceği bir dönemin geleceğim belirtiyorlar.

 

 

24 Temmuz 2008 Perşembe

Google sizi nasıl ele verir?


 
Öncelikle üç noktanın altını çizelim.

Birincisi; yazının vermeye çalıştığı mesaj tüm arama motorlarını kapsamaktadır.

İki; eğer gelecekle ilgili ciddi kariyer planlarınız yoksa, yani hayatınız boyu düz bir insan olarak kalmayı düşünüyorsanız, bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmeyiniz. Ama başarı basamaklarını tırmanırken birilerinin nasırına basmayı ve bazı riskleri göze almışsanız dikkatli okumanızı öneririm.

Üç; Yazı biraz uzunca ama hayati konulara temas etmektedir.

Bu sütunu takip edenler hatırlayacaklardır. Facebook'un henüz şimdiki kadar popüler olmadığı günlerde bu köşede; "Facebook başınıza nasıl bela olur?" başlıklı bir yazı kaleme almıştık. Daha sonraki günlerde yazıda vermeye çalıştığımız mesaj doğrultusunda çok sayıda gelişme yaşandı dünyanın dört bir yanında… Şimdi sıra, henüz iş işten geçmeden ikinci uyarıyı yapmaya geldi.

Nerden başlasak ki…

Konu o kadar girift ki… İnsan nereden başlayacağını bilemiyor. Haydi, konuya ısınma ve dikkatinizi çekebilme adına farklı bir giriş yapmayı deneyelim.

Yahoo'nun, Çinli kullanıcılarından birisinin e-postasını Çin otoritelerine ileterek kişinin rejim karşıtlığı suçundan 4 yıl hapis cezasına çarptırılmasına neden olduğunu herhalde okumuşsunuzdur.

Bu şu demek... Tüm e-maillerinizin içeriği otomatik olarak taranıyor. Diyelim ki e-mailde hastalıktan veya eğitimle ilgili bir konudan söz edildi. E-mail içerikleri tarandığı için gelen e-mail okunurken hemen yan tarafta sağlık veya eğitim sektörüyle ilgili reklâmlar giriyor. Bunu arama motorlarında fark etmişsinizdir.

E-mailinizin içeriğine göre reklâm girilmesi elbette ticari bir konu… Helal hoş olsun… Ama e-mailinizin içeriğinin sizin bağlantılarınızı ve düşünce yapınızı anlamaya yönelik istihbarat amaçlı taramaya konu olması bambaşka bir olay. Yani, iki kişi arasında özel yazıştığınızı düşünmeyin. Aradaki meraklıları asla gözden kaçırmayın.

Örneğin Yahoo'yu satın almak isteyen kuruluşun geçtiğimiz günlerde neden 50 milyar dolara yakın para önerdiği şimdi daha iyi anlaşılıyor değil mi? Bu parayı vermeyi göze alanlar, sadece yüz milyonlarca kişinin e-mail adresine sahip olmuyorlar. O kişilerin tüm yazışma içeriklerine, bağlantılarına, daha doğrusu aldıkları tüm nefesten haberdar oluyorlar. Bu kadar büyük operasyonların sadece ticari amaçlı olduğunu düşünmek safdillik olur.

Ne kadar güvenli…

Isparta'da düşen ve önemli projeler üzerinde çalıştığı ifade edilen bilim insanlarının hayatını kaybettiği kazayı biliyorsunuz. Olayın ertesi günü Anadolu Ajansı'ndan genç bir muhabir aradı ve bu kadar değerli bilim adamlarının aynı uçakta seyahat etmesinin ne kadar doğru olduğunu sordu. Kendisine, ona varıncaya kadar o kadar çok dikkat edilecek nokta var ki… Sizin bahsettiğiniz işin en kolay kısmı dedim.

Stratejik konularda çalışan bilim insanlarımızın kullandıkları bilgisayarlar, telefonlar, yazıştıkları adresler ne kadar güvenli? Neticede tüm akademik birikimlerimizi, şirkete veya kuruma ait özel bilgileri bilgisayarlarda stokluyoruz. Bu yazıyı okurken gözünüzün önünde duran şu bilgisayarın içindeki bilgilere binlerce km. öteden bile ulaşmak o kadar kolay ki…

Sizi en iyi kim tanıyor?

İnternetle çok haşir neşir olanlara sesleniyorum. Sizleri şu an en iyi kim tanıyor biliyor musunuz? Cevabı basit; Arama motorlarının arkasındaki eller… Daha açık ifadeyle, bize internet aracılığıyla bu iletişim fırsatını sunanlar.

Bu kadar büyük bir hizmetin (e-mail, msn vb.) bedava verilmesi ne garip değil mi? Adamlar bu işten neden para alsınlar ki? Kendi elleriyle girdikleri en özel bilgilerini ve sırlarını sizinle paylaşanlardan bir de hizmet ücreti almak ne demek?

Üzerinde çalıştığınız bir konuya katkıda bulunması amacıyla arama motorlarında sorguladığınız her şey başta olmak üzere, aynı zamanda sizin iç dünyanızdan, iş hayatınızdan ve ilgilendiğiniz konulardan haberdar oluyorlar… Bilgisayarınızdan girdiğiniz tüm sayfalar kayıt altında. Size gelen e-mailleri veya msn yazışmalarını siz silseniz de onlar saklıyorlar.

En son ne zaman elinize bir kalem alıp mektup yazdınız? Askerlere gelen mektup teslim edilmeden önce "görülmüştür" mührü basılırdı da, milletin canı sıkılırdı… İnsan sevgilisine şöyle adam gibi yürekten yazamazdı. Şimdi filtreden geçmeyen nerede ise tek bir e-mail yok. Sözün kısası her şeyinizi biliyorlar. Güya özel fotoğraflarınızı sadece arkadaşlarınıza gönderiyorsunuz. Şunu bilin ki, birer kopyasını tutuyorlar. İleride birilerinin nasırına basmaya görün, önünüze koyacaklar…

Uyanan uyandı…

Dünyanın geleceğinin nerede olduğunu gören ve yazdığımız noktalarda kendini değişik şekillerde koruma altına alan ülkeler bu konudaki teknolojik alt yapıya yüklü yatırım yapıyorlar. Mesela dünyanın en büyük ikinci arama motoru Baidu, Çin'de… Nasdaq Teknoloji Endeksine kote olan ve Ocak 2008 itibariyle 4 milyar dolar değeri olan arama motoru sadece Çin'e hizmet veriyor. Dünya'nın en büyük 5. Arama motoru Naver ise, Güney Kore'nin yerel arama motoru… Yani bu tür teknolojik imkânlara sahip olursanız, istihbarat almak için Beyaz Saray'dan ricada bulunmak zorunda kalmazsınız.

Şu gelişmelere bakın?

Teknoloji o hale geldi ki, mesela İngiltere'de yüzlerini kapatacak şekilde kapişonlu kıyafetler giyerek etrafı rahatsız eden ve İngiliz polisinin "hoodies" diye adlandırdığı haşarı gençlerden kurtulmak için, sadece 20 yaş altı kişilerin işitebileceği rahatsız edici sesler çıkaran ve "mosquito" (yani sivrisinek) adı verilen cihaz geliştirilmiş. Bu tür gençler yaklaştığında cihazı çalıştırıyorlar, gençler dayanamayıp kaçıp gidiyor. Kullananlar çok memnun.

Geçtiğimiz günlerde bir gazeteci dostumuz yazdı. Hükümetin önemli isimlerinden birinin oğlu ve arkadaşları bir kamu bankasının genel müdürüne ait Mercedes ile çıktıkları gezinti sırasında mola verdiklerinde, döndüklerinde anahtarı kaybettiklerini fark ederler. Sözü uzatmayalım. Uzun telefon trafiğinin ardından Almanya'daki Mercedes'in merkezine yönlendirilirler. Sonunda uydu aracılığıyla araç 2 saatliğine çalışır hale getirilir. Kapılar açılır ve gidecekleri yere ulaşmaları sağlandıktan sonra kapılar uydudan tekrar kilitlenir. Ertesi günü yeni anahtarları teslim edilir.

Böylesine teknolojik bir ortamda uçak nasıl düştü, araçta nasıl mahzur kaldı da balyozla açılmak zorunda kalındı, ya da düz yolda araç nasıl da yoldan çıktı veya gizli dokumanlar kişisel bilgisayardan nasıl araklandı gibi meraklar artık sadece birer fantezi oldu. Baştan ne demiştik, ciddi bir kariyer hedefiniz yoksa sallayın geçin bu ayrıntıları.

Ama büyük ticari projeleriniz, siyasi hedefleriniz veya ülkenize yapmayı düşündüğünüz ciddi katkılar varsa, biraz uyanık olmakta da yarar var. Bu yazının amacı ürkütmek değil, sadece merak uyandırmak… Bunlar da oluyor demek… Şimdilik bu kadar…